16 Aralık 2013 Pazartesi

Ben Böyleyim


Tv de Seda Akgül, (hani şu hem haber spikeri hem de ilişki uzmanı olan sarışın etine dolgun bir kadın var ya) diyor ki; “çikolata ve mücevherden çok etkileniyorum, bunlardan etkilenmeyen bir kadın varsa onun kadınlığından şüphe ederim.“



Ben bir kadın olarak aynı şeyi söyleyemeyeceğim valla. Mesela ben mücevherlerden çok hoşlanıyorum ama çikolata konusunda aynı şeyi söyleyemem, sadece içi likörlü ve meyveli, yani alengirli çikolatalar hariç. Ne yani şimdi ben yarı kadın mıyım?!!

Yıllardır hoşlandığım veya hoşlanmadığım şeylerle ilgili çoğunluğa uymadığım için kendimi garip hissettim.

Mesela yıllardır yağmurlu bulutlu kasvetli havaları sevdiğimi söyleyemedim, çünkü herkes bu havalardan nefret ediyordu. Oysa ki, ben bulutlara, yağmura, şimşek ve gök gürültüsüne, hele bembeyaz, usul usul yağan kara bayılıyorum.

Parklardan, pikniklerden hoşlanmadığımı da söyleyemedim, çünkü ailem dahil herkes piknik yapmaktan çok hoşlanır. Parkta masa varsa, yiyecekler de hazırsa tamam ama bunlar yoksa ben de yokum. Yere serilen örtüler, domates salatalık doğrayan kadınlar, mangal yapan erkekler, toptu, ipti, ufff hayali bile boğdu beni.

Plaj kumundan nefret ederim, görüntüsü hoşuma gider ama, her yerime yapışan kumlarla baş etmek ne mümkün?! Sonradan yaptıkları kum üstü tahta alanlardı yıllardır beklediğim. Demek ki benim gibi düşünenler de varmış J Yıllardır ya tekne ya havuz dediğim için de garip karşılandım, anlatamadım derdimi.

Sabahları sevmem ve pek de sevimli olmam erken saatlerde. Geceleri severim ben. Geceleri mutlu ve enerjik olurum. Bu yüzden de sabah huysuzu olduğum konusunda yıllarca yerildim. Sabah erkenden kalkıp öğlene kadar tüm işlerini bitiren ev kadını arkadaşlarım ve annem tarafından yadırgandım, ama akşamüstleri çıkardım en güzel yemeklerimi hep. Hiçbir işim de geç kalmadı.

Yürüyüş yapmayı da sevmem, canım isterse (nadiren) yürürüm, yürüyüşün sonunda da keyif isterim. Öyle sırf kahve çay içmek olsun diye bir yerlerde oturmak da kesmez beni, illaki güzel bir yer olacak, keyif alacağım oturduğum mekandan. Kızmayın ne olur ama senelerdir yürüyorsunuz, bir şey fark etti mi hanımlar beyler?! Boşverin, koyverin gitsinJ


Oh valla söyledim, rahatladım. Ayrıca benim gibi düşünenlerin de azımsanmayacak sayıda olduklarını görüyorum artık. 

O halde yaşasın özgür düşünceler ve gelsin Athena'dan "Ben böyleyim" ! J


27 Kasım 2013 Çarşamba

iltifat

En son kime iltifat ettiniz, ve en son ne zaman kimden iltifat aldınız?

Peki hiç tanımadığınız birine iltifat ettiniz mi ya da tanımadığınız birisinden iltifat aldınız mı?

Geçenlerde tanımadığım bir kadın beni yolda durdurup saçımın rengini çok beğendiğini söyledi, sonra da kuaförümü sordu. (Bu da iltifat sonrası istihbarat J)

Buna benzer birkaç anım daha var ve itiraf etmeliyim ki hoşuma da gidiyor. Bense henüz tanımadığım birisine iltifat etmedim ama tanıdığım hatta yeni tanıştığım kişilere çok iltifat etmişimdir. Bir de iltifat konusunda dürüst olmaya çalışırım ve gerçekten beğendiysem iltifat ederim, onu da belirteyim J

İltifat her insana kendini iyi hissettirir, insanın ruhunu besler, hele ki tanımadığın birisinden geliyorsa tadına doyum olmaz. Ama biz toplum olarak iltifat etme konusunda oldukça cimriyiz. Kıskançlık mı bunun sebebi acaba, yoksa yanlış anlaşılabilirim korkusu mu?


Çünkü bizim kültürümüzde pek alışılmış bir şey değildir tanımadığın birine iltifat etmek. Özellikle karşı cinsin iltifatı asılmaya gidebiliyor çoğu zaman. Ya da iltifat edenin asılma gibi bir niyeti olmasa da iltifatı alan hemen sinirlenip tırnaklarını çıkarabiliyor. Bu yüzden temkinli olmakta fayda var.

Bazen de sana bir şey satmak isteyen satıcılar bol keseden iltifat dağıtırlar. Ay bu size çok yakıştı sözüne kanıp saçma sapan alış veriş yaptığımız olmuştur hepimizin.


İltifatın dozu da önemlidir. İltifat bazen utandırır, ne diyeceğini bilemezsin, sen de karşılık vermek istersin ama pek samimi görünmez. Kem küm eder, kızarırsın.


Bir de doz aşımı yağcılık olarak yorumlanabilir, aman dikkat J


28 Ekim 2013 Pazartesi

Bir Festival Filmi

Geçen akşam bir film seyrettim ve dağıldım.

Filmin adı; “Kevin Hakkında Konuşmalıyız” Orijinal adı; “We Need to Talk About Kevin”


Gerçekten çarpıcı bir konu, çarpıcı oyunculuk ve çarpıcı sahneleriyle dikkat çekici bir filmdi.

Filmi izledikten sonra şu sorular aklıma takıldı;

1- Bir annenin çocuklarını sevmeme ihtimali olabilir mi?
2- Peki çocukların annelerini sevmeme ihtimali var mı?

Oldukça zor sorular değil mi?!

Anne olmaya pek de hazır olmayan bir kadın ve doğduğu andan itibaren sürekli ağlayan bir bebekle başlıyor film. Bebek öyle çok ağlıyordu ki izlerken bile dayanılmazdı. Büyüdükçe ağlaması kesiliyor fakat başka problemler ortaya çıkıyor bu sefer de. Suratı gülmeyen, hiç oyun oynamayan bir çocuk oluyor.  Konuşmayı ve tuvaletini söylemeyi reddediyor. Ama sadece annesine karşı böyle. Annesi tarafından istenmeyen bir çocuk olduğunun bilincinde her şeyi annesini cezalandırmak için yapıyor adeta.  Annesinin odasını mahveden, inatla saçma sesler çıkaran, temizlenen altını anında kirleten dayanılmaz bir çocuk Kevin. 

Baba ise yaşanan problemlerin anne tarafından abartıldığı düşüncesinde olan bir adam. Anne Eva’nın, oğluna her bakışında onu doğurduğu için yaşadığı hayal kırıklığını ve pişmanlığını  açıkça görebiliyoruz ve sürekli “olmadı, biz bu çocuğu yapamadık” modunda J

Kevin’in ergenlik dönemi de zor problemlerle geçiyor ve sonunda felaket gelip çatıyor. Bir psikopat olan Kevin okulunda katliam yapıyor.

Ayrıntılara girmiyorum izlersiniz belki, (bence izleyin) filmin hemen her sahnesinde ve de sonunda apışıp kalıyorsunuz.

Çocuğun böyle olmasına sebep, annenin kendi oğluna karşı içinde beslediği kızgınlık mıydı diye düşündüm sonrasında. Çünkü hazır olmadığı bir dönemde kariyerini, sosyal hayatını terk etmesine sebep olan bir bebekti Kevin Eva için. Çok ağır bir suçlama ama neden olmasın?! İnsan ruhunun öyle karanlık ve karmaşık noktaları var ki!

Aslında anne, bebekliğinden beri her zaman oğluyla beraber, onunla ilgileniyor ama hep doğru şeyi yapmasını bekleyerek sabır gösteriyordu. Ama bu ilgide sevgi duygusu hissedilmiyordu. Eva sevgisini gösteremiyordu ya da bilinçli olarak göstermiyordu. Gerçekten de oğlunun psikopat olmasının sebebi ona karşı beslediği içsel bir nefret miydi? Ya da gösteremediği sevgi ve şefkat eksikliği miydi?

Kevin’in, annesinin ondan hiç hoşlanmadığını sadece kendisine alışkın olduğunu söylediği bir sahne vardı ki beni çok etkiledi. Kevin annesinin onu sevmediğini hissediyordu.

İşte yazımın başında sorduğum sorulara geliyor konu, annenin çocuklarını sevmeme ihtimali olabilir mi? Bir anne olarak bu bana imkansız görünüyor, tabii ki kızıyoruz çocuklarımıza ama canımızı verecek kadar, koşulsuz şartsız çok seviyoruz onları. Çocuklarını sevmeyen hatta nefret edenlerin olabileceği düşüncesi bile beni  ürkütüyor ama bu filmi izleyince “olabilirmiş” diyorsun.

Peki ya çocukların annelerini sevmeme ihtimali var mı? Bu da  bana imkansız gibi görünüyor ama, çok nadir de olsa bu ihtimal de olabiliyor sanki. Gerçek olayları, bu tarz dramları görüyoruz, duyuyoruz. Ülkemizde geçtiğimiz yıllarda profesör annesini öldüren kızı hepiniz hatırlarsınız.

Anneliğin mucizevi bir şey olduğu, yani bebek sahibi olan her kadının mükemmel bir donanım, ve farkındalıkla, şahane bir anne olacağı düşüncesi her kadın için geçerli değildir belki de.

Ödüllü bir festival filmi olan “Kevin Hakkında Konuşmalıyız” yine ödüllü bir romandan uyarlanmış. Filmin müzikleri de çok güzeldi. İlginizi çektiyse izlemenizi öneririm.

29 Eylül 2013 Pazar

Kitaplardan Bir Demet

Okuduğum kitapları birilerine anlatmak bana çok keyif veriyor, güzellikleri paylaşmak istiyorum. İşte bu yüzden bir demet daha okuduğum kitaplardan bahsettim.
 
Cazotte’nin “Aşık Şeytan” kitabını bir twitter dostum tavsiye etmişti.  Şeytanın hikayesi ama asla korkutmak için kurgulanmamış. Öyküde kadın ve erkek arasındaki fark vurgulanmak istenmiş gibi. Bu vurgu biraz ayrımcılık içermiyor değil. Aşık olan bir şeytanla karşı karşıyayız ve şeytan kadın kılığına bürünmeyi seçiyor. Aşık olduğu adamı elinde tutmak için kullandığı yöntemlerde nedense ‘şeytan gibi kadın’ dediğimiz dişilerin özellikleriyle çok benzer. Yine de yazıldığı dönemin atmosferi açısından okumak keyifli. Fantastik masal tadındaki bu öykü kitabını tavsiye ederim.














Murat Menteş’in Ruhi Mücerret adlı romanına bayıldım. Bir bakayım diye elime aldım ve bırakamadım. İstiklal harbinin son gazisi 100 yaşındaki Ruhi Mücerret’in absürd, komik, heyecanlı, tuhaf, sert, hüzünlü ve çok eğlenceli hikayesi, ilginç isim ve soyadları, altı çizilesi felsefik cümleleriyle beni benden alan bir roman, okuyun derim.














Canan Tan’ın “Eroinle Dans” adlı romanı beklemedeydi, bu arada onu da okudum. Ciddi bir şekilde keyfimi kaçıran, okuduğum müddetçe beni sıkıntıya sokan bu gerçek hikaye benim için aynı zamanda çok da eğitici oldu. Uyuşturucunun karanlık yüzüyle tanışmanın illa da problemli gençlerin başına geleceğini düşünmek ne de büyük bir yanılgıymış! Eğitimli bir ailenin el bebek gül bebek büyüttüğü kızlarının akıl almaz öyküsünü mutlaka okuyun, çocuklarınıza da okutturun. Arkadaşlık, merak ya da sadece bir rastlantı sonucu uyuşturucuların pençesine düşen gençlerin hikayeleri gerçekten ibretlik.




              



















Yine Canan Tan’dan bir kitap; “Hasret”. Mübadeleyi yaşamış bir ailenin torunu olarak benim ayrıca ilgimi çeken bir göç hikayesi. Bu sefer Anadolu’da yaşayan bir Rum ailesinin topraklarından koparılıp, Selanik’e göç hikayesi anlatılmış. Geride bırakılan memleket, yavuklu ve evlat hasreti çok güzel anlatılmış.

Özellikle logosunu çok sevdiğim ve de bana farklı yazarları tanıtan Yitik Ülke Yayınlarından Orhan Çetinbilek’in “Rosa ile Ejder” romanını çok severek okudum. Kitap, iyi insan, kötü insan olma hallerini, erdemin sınırlarını kadın ve erkek bakış açılarından anlatılıyor. Ayrıca gökyüzüyle, gezegenlerle ve yıldızlar ile ilgili bilgiler de çok büyüleyiciydi.




Yine Yitik Ülke yayınlarından “İçindeyim”, fantastik roman dalında çok başarılıydı. Sınır tanımayan hayal gücünü çok güzel bir dille romana akıtmış yazar Barış Çağrı Genç. Bir ruh ve geçici olarak konuk olduğu farklı bedenler;  genç, yaşlı, sakat, hasta.. Birilerinin kocası, babası, kardeşi ya da çocuğu olduğu farklı aileler, farklı hayatlar.. Okuyun bu romanı, siz de beğeneceksiniz.

Kadir Aydemir’in derlediği “Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı” ise ünlü ünsüz pek çok insanın takıntılarını anlattıkları çok eğlendirici ve bu konuda yalnız olmadığınızı gösteren çok rahatlatıcı bir kitap.


Son olarak Yitik Ülke’nin kurucusu Kadir Aydemir’in “Aşksız Gölgeler” adlı öykü kitabını kısa öykü sevenlere şiddetle tavsiye ederim, içindeki öykülere tek kelimeyle bayıldım.

8 Eylül 2013 Pazar

Kadın Beyni Erkeği Yendi

Bir yerde Dr.Louann Brizendine’in “Kadın Beyni” isimli kitabından alıntılar okudum.

Bu bana yazın yaşadığım bir anı anımsattı. Bodrum’da bir plajda şezlong bakınırken tesadüfen istanbul’da oturduğumuz siteden bir tanışla karşılaşmıştık. Sonrasında bu güzel tesadüf üzerine ve başka şeyler üzerine güzel bir sohbete girmiştik. Buraya kadar her şey normaldi ve sohbet denize girme faslıyla sona erdiğinde eşimin yorumu beni güldürmüştü. Ona göre biz iki kadın hiç ara vermeden ve aynı anda konuşmuştuk, bizi dinlerken konudan konuya geçişlerimiz onu çok yormuştu, Aynı anda hem birbirimizi dinleyebiliyor hem de konuşup, anlaşabiliyor olmamız da onu şaşırtmıştı. Onun bir erkek arkadaşıyla böyle bir sohbet edebilmesi mümkün değildi. En çok “ne haber nasılsın?” “iyi valla, sen?” “tatil nasıl gidiyor? “iyi senin?” gibi kısa, arada esler verilerek gide(meye)n bir sohbet olurdu onlarınki.

Araştırmalara göre ortalama erkek beyni, kadın beynine göre 9 kat büyük olduğu halde, kadın ve erkekler eşit sayıda beyin hücresine sahiplermiş. Dr.Brizendine bunu; “Sadece bu hücreler kadın beyninde daha yoğun bir şekilde paketlenmiştir. Daha küçük bir kafatasına, bir korseye sıkıştırılmış gibidirler” diye şahane bir cümleyle özetlemiş.



Kadınlar ve erkekler, konuşurlarken, sorunlarını çözümlerken beyinlerinin farklı bölgelerini kullanırlarmış. Bu yüzden kadınlar bir olayı en ufak ayrıntısına kadar hatırlayabilirlerken,  erkekler o olayı bile hatırlayamazlar genelde. Şöyle bir düşünün, siz hemcinslerim ilk randevunuzun gününü, nereye gittiğinizi, yediğiniz yemekleri, giydiğiniz giysileri en ufak detayına kadar hatırlamıyor musunuz? İşte bunun sırrı kadınların beyinlerindeki bu özellikten kaynaklanıyormuş. Aynı anda konuşabiliyor, birbirimizi anlayabiliyor, konudan konuya kolayca atlayabiliyor olmamız da bundan. Erkeklerle asla aynı frekansta konuşamamamız da.

Uzun yıllar önce çalıştığım şirkette bir seminere katılmıştım. “Önce İnsan” isimli semineri Ünlü iletişim profesörü Doğan Cüceloğlu veriyordu. Onun söylediğine göre; kadınlar günde ortalama 20 bin kelimeyle konuşurlarken bu oran  erkeklerde ise 12 bin civarı ! Aradaki farkı görüyor musunuz!



Kadın, akşam olduğunda daha bütün kelimelerini tüketmediğinden hala kocasına anlatacak çok şeyi vardır. Kocasının “nasılsın?” sorusuna vereceği cevap oldukça ayrıntılı olabilir. Gittiği marketteki kasiyerin ojesinin rengine kadar her türlü ayrıntıyı anlatabilir. Erkek ise, eve gelene kadar kelimelerinin hemen hemen hepsini tüketmiştir, “Bugün Ne Yaptın?” sorusuna sadece “Çalıştım işte” diye cevap verir ve sizi çıldırtırJ

Hangimiz sorularımıza tatmin edici cevaplar alabiliyoruz kocalarımızdan, sevgililerimizden, erkek arkadaşlarımızdan sorarım size?  Mesela ortak bir tanışınızla karşılaşıp size selam getiren hangi erkek, “Ne giymişti? Saçı nasıldı?” Sorularına cevap verebilir? Ya da sizsiz gittiği mekanla ilgili hangi ayrıntıları size anlatabilir?



Biz kadınlar sezgilerimizle de erkeklerden oldukça farklıyız. Hepimiz karşımızdakinin yüzüne bakar bakmaz ruh halini çözebiliriz. Merak eder, sorar, deşer, ilgileniriz ve saatlerce konuşabiliriz. Erkekler ise arkadaşlarının bir derdi olduğunu anlayabilirse eğer, en çok söyleyecekleri şey; “Boşver takma, gel bir tek atalım” dan öteye geçmez değil mi?

Gördüğünüz üzere, kadın ve erkek beynindeki nöronlara kadar birbirinden farklı. Bu yüzden birbirimizi yargılayıp, birbirimize şaşıracağımıza farklılıklarımızın farkında olalım deyip, dünyanın en kısa fıkrasıyla bitireyim yazımı; “İki kadın sessizce oturuyorlarmış”J

18 Ağustos 2013 Pazar

Ne İstersen Yaparım

Bu cümleyi hepimiz söylemişizdir hayatımızın bir döneminde mutlaka. Çocukken anne ya da babamızdan bir şey istediğimiz zaman mesela. Yetişkinken de söylemişizdir, okul hayatında, iş hayatında, aile hayatında.

İzlediğim bir dizide fark ettim bu cümlenin önemini; 666 Park Avenue.



Bu dizide bu cümleyi söylediğin anda bir sözleşmeye imza atmış oluyorsun, kiminle mi? Şeytanla, ve artık şeytan ne isterse yapmak zorundasın, hem de ne isterse. Gerçekten çok istediğin o şey neyse gerçekleşiyor ama bedeli çok ağır oluyor.  

Bu arada dizideki şeytan meşhur “Lost” dizisindeki John Lock, sevimli, gizemli, gerektiğinde de oldukça ürkütücü bir şeytan olmuş.

Böyle söz vermek, ne istersen yaparım demek ne kadar büyük bir laf aslında! Benim için adam öldür dese öldürecek misin? Evet öldüreceksin,  böyle bir anlaşma yaptığın an geri dönüşün yok. Bu dizide de aynen öyle oluyor. Çok istediğin şey neyse onu elde ediyorsun ve bir süre sonra altından kalkması oldukça zor olan istekler altında eziliyorsun. Şeytan her şeyi verirmiş gibi yaptığında aslında her şeyi alıp götürüyor.

“Elimden geldiği kadar, yapabileceğim bir şey ise …” demek daha doğru aslında ama çok istediğimiz bir şey karşısında “ne olursun, bak ne istersen yaparım” demeyen yoktur.

Tabii ki günlük hayatta birbirimize bunu çok söylüyoruz, ama bedel ödemek zorunda kalmıyoruz.  Hem  sözümüzü de tutmuyoruz zaten, ama yine de siyasette, iş dünyasında bu tip Faustvari anlaşmalar yapılıyordur elbette. Ancak her Faustvari anlaşmanın bir bedeli var tabii ki.

Goethe, Faust'un konusunu çok eski bir öyküden almış. Şeytanla bahse giren insanoğlu teması önceki yüzyıllarda da birçok öyküye ve oyuna konu olmuş. 

Roman karakterleri mutlaka büyük hayaller kurarlar ve sonra bu hayallerin peşinde koşarken büyük hatalara düşerler ve hayal ettikleri yüksek değerleri birer birer kaybederler.

Belki bazılarının son çaresidir, kendini öldürmek yerine değerlerini satmak...

Bu da şu soruyu getiriyor arkasından; çaresizlik değerlerin önüne geçebilir mi? Zor soru, bunu düşünürken çaresizliğin derecesini yükseltin ki cevaplar daha dürüst olsunJ

Presokratikler doğa filozoflarıydı, insanı doğanın bir parçası olarak görürlerdi. Efesli presokratik Herakleitos der ki,  “yaşayan her canlının doğasına uygun ve yasalara göre yaşaması gerekmektedir. Doğada yaşayan varlıkların, insan hariç hepsi doğasına uygun olarak yaşamaktadırlar. Doğasından ve doğanın yasalarından uzaklaşan tek varlık insandır ve bunun cezasını ödemek zorundadır.”

Bu da yeni bir soruyu getiriyor aklıma; biz insanlar artık doğadan tamamen kopmuş ve onu kontrolü altına almış varlıklar olarak,  kendi inancımız ve arzularımız doğrultusunda her şeyi, kim ne isterse onu yapabilecek kadar gözü dönmüş olabilir miyiz?

23 Temmuz 2013 Salı

Son Okuduğum Kitaplar









Bazı kitapları yıllar sonra tekrar okumayı çok seviyorum. Kitap tavsiyelerime ilk olarak yıllar önce okuduğum bir Charles Dickens romanıyla başlıyorum. “İki Şehrin Hikayesi”. Dünya klasiklerinden tekrar okunmaya değer şahane bir kitap.






Ayşe Kulin’nin “Gizli Anların Yolcusu”, “Bora’nın hikayesi” ve “Dönüş” serilerini bitirdim sonra.

“Gizli Anların Yolcusu” nu okuduğumda, hiç de Ayşe Kulin tarzı değil demiştim. Sanki başka bir yazarın kitabıydı. Çok beğenmedim, çok etkilenmedim. Kitabın içindeki Bora’nın hikayesi çok daha etkileyiciydi bence ki sonradan 2. kitap “Bora’nın hikayesi” geldi zaten.

2. kitap "Bora'nın Hikayesi" genelde konuşulmayan ama bilinen bir yarayı anlatıyor. Küçük bir köyde, sevgi verilmeden büyüyen, ahlakı ve dini öğrensin diye kuran kursuna gönderilen çocukların, aslında din dışı hurafelerle şekillenen korku dolu inançları, cinselliğin konuşulmaması ve  ayıplanması sonucu ortaya çıkan çarpık ilişkiler, tecavüzler, intiharlar ve hayatın tamamını etkileyen çocukluk travmalarının bir türlü atlatılamadığını anlatan hüzünlü bir hikaye.

Serinin son romanı  “Dönüş” ise  karakterlerin ve hikayenin sonunu anlatıyor. Bana biraz,  bir an önce hikayeyi sonlandırma havasıyla aceleye yazılmış hissi verdi.

Özetle, bu seride Ayşe Kulin’in diğer kitaplarındaki havayı yakalayamadığımı söyleyebilirim.

Alexandre Jardin’in “Jardin’lerin Romanı” isimli kitabı, kitapçıda dolaşırken, arka kapağındaki yazısından etkilenip aldığım ve iyi ki almışım dediğim bir kitap. Fransız yazar Alexandre Jardin’in büyüdüğü evi anlattığı eğlendirici bir roman. Bir nevi aile biyografisi  ama oldukça garip bir aile. Karakterlere bayıldım, hele ki kurgu değil, gerçekte yaşamış olan karakterlerin her birinin öyküsü çok çarpıcı, ilginç ve komik.




Güzelliği dillere destan çapkın bir anne, karısının en yakın arkadaşından bir çocuk sahibi olmasını isteyen yazar, senarist dengesiz baba. Sevdiği kadını daha iyi anlamak için solak olmaya karar veren bir amca, şişmanlamadan yemek yemeğe devam edebilmek için hizmetçisinin karnındaki paraziti kendine naklettiren ve ilerlemiş yaşına karşın orgazm peşinde koşan bir büyükanne, hem sağ hem de sol partilere para aktaran Hükümetin üst düzey bürokratlarından bir büyükbaba, hizmetçi olarak girdiği evde önce büyükbaba sonra da amcanın sevgilisi olarak sonunda evin hâkimi durumuna gelen Zuzu.

İlginç karakterlere rağmen biraz ağır ilerleyen bir roman, başkalarının hikayelerini okumaktan keyif alanlara öneririm.

Zülfü Livanelli’nin “Kardeşimin Hikayesi” kolay okunan, akıcı, merak uyandıran bir roman. Bir cinayet, ilginç takıntıları olan bir mühendis, yeni nesli yansıtan genç bir gazeteci kız ve merkezinde aşk olan gizemli bir hikaye. Okumaya değer.


Son olarak gerçekten büyük bir keyifle okuduğum Namık Kemal Behramoğlu’nun “Bir Savcının Anıları” kitabından bahsedeceğim. Yitik Ülke Yayınlarından çıkan bu kitabı gerçekten bir solukta okudum. Yakın tarihimize ait şahane anılar, şahane bir dille kaleme alınmış, hele yazarın yazdığı dörtlüklere bayılacaksınız. Behramoğlu, diğer adıyla Tomson Kemal’in anılarını okumanızı şiddetle tavsiye ederim.


Şimdilik bu kadar, devamı gelecekJ

8 Temmuz 2013 Pazartesi

Takıntılarımız

Bir çok davranışınızın saçma olduğunu bilip fakat düşünmekten ve yapmaktan kendinizi  alıkoyamadığınız oluyor mu sizin de?

Belli davranışları yapmadığınız takdirde ailenizden birinin öleceğine veya başına bir felaket geleceğinden korkuyor musunuz?

Mesela ben ters duran terlik ve ayakkabılar gördüğüm zaman illa ki düzeltirim, yukarıdaki sebepten dolayı. Büyük bir ihtimalle düzenden, tertipten yana olan bir aile büyüğü tarafından uydurulmuş bir batıl inanç, ama yer etmiş işte.

Gece tırnak kesilmez! Niye?! Allah korusun üzüntü ve sevinçli olayları aynı anda yaşarsın, mesela düğün gününde aileden biri ölür. Hı hı tabii, gece tırnaklar nereye sıçradı görülmez diye uydurulmuş bu da.

Elden ele makas ya da bıçak da almam,  tuz döküldü mü asabileşirim çünkü bu iki şey de kavgaya sebep olur.



Avucum kaşınınca, lafsa popoma, paraysa cebime, kısmetse başıma sürüyorum avucumu ve bunları yapmazsam feci rahatsız oluyorum. Yapmamayı denedim ama bütün bedenim avucum oldu, ben avuç oldum, avucum büyüdü büyüdü ve onu yok sayamadım.

Kötü bir şey duyunca 3 kere duvara ve de tahtaya vururum, evet yanlış yazmadım ikisine de vuruyorum, çünkü hangisine vurulduğundan tam olarak emin değilim, garantiye alıp ikisine de vuruyorum.

Bunlar zihnimize gelip takılan, kolayca gitmeyen ve yoğun sıkıntı yaşatan, irade ve bilinçle uzaklaştırılmayan düşünceler, yani takıntılar. Gerçekle hiçbir bağlantısı olmayan ve sürekli tekrarlanan davranışlar olarak bizde yer ediniyor ama; bana soracak olursanız batıl inançlardan doğan takıntıların özünde yatan; topluma, bireylere bazı bilinmesi gereken şeyleri öğretmeyi korkutarak sağlamaktır.


Çocukluğunda aşırı baskı ve disiplin altında yetiştirilen çocukların; ayıpla, yasakla, günahla büyütülen çocukların bu tip takıntılara yatkın oldukları söyleniyor uzmanlar tarafından. Kesinlikle doğru. Mesela, benim anneannem yanında sakız çiğnenilmesinden hoşlanmazdı ve büyük ihtimalle bu yüzden bana “Gece sakız çiğnemek ölü eti çiğnemek demektir.” derdi. Çocuk yaşta verilen bu bilgileri sorgulayabilecek bilinç seviyesinde olmadığımız için söylenenleri yapıyoruz, büyüyünce de bu alışkanlıkları devam ettiriyoruz.

Tabii bu batıl inançlar ve takıntılar ülkeler ve kültürlere göre de değişiyor. Mesela baykuş (yazarken bile tırsıyorum) birçok kültürde uğursuzluk olarak kabul edildiği gibi, bazı kültürlerde de uğur kabul ediliyor. Allahın yarattığı bir hayvan işte, üstelik bilgeliğin de sembolü. Ama ben çocukluğumdan beri uğursuzluk getirdiğini duydum ve üstelik bu kuşla ilgili sevimsiz bir de anım var.

İzmir’de yaşarken bir sabah işe gitmek için odamda hazırlanıyordum, gün yeni ışımıştı. Birden balkondan gelen garip bir ses duydum, gidip perdeyi aralayınca çamaşır ipinin üzerine tünemiş 3 tane baykuşla göz göze geldim. Anne ve 2 yavru baykuş. Gayri ihtiyar, ürktüm ve perdeyi kapattım. Nasıl bir tesadüfse o sabahın gecesinde annem ve kızım da rüyalarında baykuşlar görmüşler. Sonuç mu? Birkaç güne kalmadan minik oğlum çok ağır bir hastalıkla hastaneye yattı, ölümden döndü, çok acı ve uzun günler yaşadık. Gel de bağlama baykuşa değil mi? Çok şükür atlatık  hepsini. Allah bir daha göstermesin. Belki de bilge kuş beni uyarmaya gelmişti balkona, kim bilir?

Şu aralar her yerdeler, takılarda, giysilerde hatta bebek emziklerinde bile varlar ve çok sevimli görünüyorlar, ama ben hala alışamadım desem de üniversitenin felsefe bölümünden yeni mezun olan kızıma felsefenin sembolü olan baykuşun modern bir hale getirilmiş farklı bir tasarım kolyesini hediye aldım, eh bu da bir aşama!




Farklı birkaç takıntım daha var ama onlarda bende saklı kalsın şimdilik, okur da siz de takıntı hale getirebilirsiniz diye hepsinden bahsetmiyorum, çünkü bazı takıntıların bulaşıcı olduğunu da bizzat gördümJ

İnsan ruhu çok karmaşık ve zengin. Çoğu insanda bulunan batıl inanç kaynaklı takıntıların hepsinde bir hikaye ve bir sır vardır mutlaka diye düşünüyorum. Önemli olan var olan takıntılarımızı abartmamak ve de üzerlerine yenilerini eklememek.


1 Haziran 2013 Cumartesi

Korku dün gece öldü, yaşasın özgürlük!

Korku dün gece öldü, yaşasın özgürlük!

Geç yatarım, geceyi yaşamayı severim. Gecenin sakinliğini severim. Ama Dün gece hemen hemen herkes gececiydi. Sabahın 2.30 unda herkes ayaktaydı, ellerinde çatal bıçaklar, tencerelerle güçlü bir ses çıkarıyorlardı, hemen hemen bütün evler ışıklarını kapatıp açıyorlardı.

Artık bıçak kemiğe dayanmıştı ve halk sonunda uyanmıştı.

Sosyal medyayla arası iyi olmayanlar fark etmediler olayların büyüklüğünü çünkü TV kanalları  hiçbir şey göstermiyordu. Oysa ki dünya televizyonları  Türkiye’de neler oluyor diye haber yapıyorlardı.

Sanırsın bütün halk terörist ve polis acımasızca plastik mermi atıyor, biber gazı sıkıyor. Ölenler ve ağır yaralananlar var. Sanki karşısındakiler insan değil böcek. Bu neyin  hırsı?!

Gezi Parkının savunulmasıyla başlayan ve polisin şiddet kullanmasıyla gün boyu süren olaylardan alınacak çok ders var. 

Kendi halkın, düşman değil, sadece masum bir istekleri var. Dertleri siyaset değil.
Sadece ağaçları kesmeyin diyen bir halk var karşında, biber gazını sıka sıka çileden çıkardın halkı, ben istediğimi yaparım, istediğimi keserim  demekle olmuyor artık  halkın sesini duy. Sindirilmiş seslerin itirazları başladı dün gece. Korku perdesi yırtılmaya başladı sonunda.


Cumhuriyeti, Atatürk’ü, devrimlerini, hukuku, düşünce ve ifade özgürlüğünü yok etmeye kalkacaksın, hayat tarzlarımıza karışacaksın, sonra da halk sussun diyeceksin. Bu olmaz, olmuyor da işte!

24 Mayıs 2013 Cuma

İçki


“İçkim yok

Sigaram yok

Allah korkum var”

 İşte bu üç cümle evlilik programlarında en çok aranan kriterler.

 Aslında içki de demiyorlar “alkol” var mı? “yok” “sosyal içici de değilsiniz değil mi? “ağzıma hiç sürmedim” “aferin”!

 Tabii ki bu üçlü sağlık ve iyi insan olma konusunda çok önemli, ama dayatma içerdiği için rahatsız ediyor. Eş seçerken tek kriter olması rahatsız ediyor ve oradaki her şeyi en iyi bildiğini zanneden başöğretmen rolündeki sunucunun “bravo” çığırtkanlığı rahatsız ediyor.

 Şimdi de gece yarısı yasağı gündemde. (gündemdeki önemli konuları unutturmak çabalarını da takdirle karşılıyorum!!)

 

İçki dozunda içilirse iyi, ama yasaklar da dozunda olsun. Zararlarını anlatsınlar, içme yaşı konusunda denetlemeler artırılsın, buna bir itirazım yok ama çok sert yasaklar bence yersiz. O zaman buna belli bir ideolojinin uygulaması derim ben. İslamın kurallarına göre herkes kendi günah ve sevabından sorumlu değil midir? O zaman bırakın içki içen hesabını öbür tarafa gittiğinde yönetime değil yaradana versin.

 Nedir bu baskı?! Gittikçe muhafazakarlaşan bir ülkeye dönüyoruz. Gündem konumuz “içki yasağı”!  “kırmızı ruj” un ne kadar tahrik edici olduğu vs…

 Kendini muhafazakar olarak tanımlayanlar, baskıcılar, kendi hayatları dışında herkesin ahlak dışı eğilimleri olduğunu düşünüyorlar. Oysa muhafazakar olmayan bir kişi, bazı muhafazakarlardan çok daha iyi ahlaklı olabilirl. İyi kalpli olmak, dürüst olmak, yalan söylememek, hak yememek, haksızlık yapmamaktır temiz ahlak.

 Allah korkum var diyene körü körüne inanalım mı? Allahtan niye korkar insan? Günahkarsan korkarsın. İç terbiyen varsa, dinin içeriğini biliyorsan, kibrin yoksa, yardıma muhtaç insanlara (duyurmadan) yardım elini uzatıyorsan, hırsızlık yapmıyorsan, sorumluluklarını biliyor ve yapıyorsan, kendini, bedenini, ruhunu ve çevreni temiz tutuyorsan, Allahına sığınıp, ondan isteyip, ona şükrediyorsan niye korkasın?!!

 Yanlış bir Müslümanlık aldı başını gidiyor. Kulaktan dolma, cahil hocaların dedikleriyle hareket etmekle Müslüman olunmuyor. Kuranda olmayan yasaklarla yeni din yaratıyorlar.

Öyle hurafeler dönüyor ki ortalarda, inanamazsınız, ama o kadar çok inanan var ki bu safsatalara.

 Başını örtmekle, herkesin el yıkadığı umumi tuvaletlerde ayağını lavaboya kaldırıp abdest almakla, temizlikle alakası olmayan hallerle ibadet olmuyor. Günah diye alafranga tuvalete girmezler, ama alaturkada yere değen uzun eteklerini hiç düşünmezler.

 Ahlak deyince akıllarına etek boyu,öpüşmek sarılmak geliyor.Yalan, riya, kincilik, kul hakkı, haksız zenginleşme gelmiyor. Ahlakı milletin eteğinde, öpüşen dudaklarında, sarılan kollarında, içtiği içkide aramadan önce, yediğiniz lokmada, ettiğiniz sözde arayın.

 Metro'da sarılan bir çift mi ahlaksızdır? yoksa yalan üstüne yalan, mal üstüne mal, zulüm üstüne zulüm yapanlar mı?

 Herkes birbirinin inancına saygı duymalı ve kimse kimseyi yargılamamalı. Beğenmezsin, tasvip etmezsin ama karışamazsın.

 Yasak getirmek çözüm müdür?

16 Mayıs 2013 Perşembe

insanlar

Bir yerde okudum, insanlar dört çeşitmiş. “Bir çeşit insan vardır ki, her şeyi ile tatlıdır, ona doyum olmaz. Bir çeşit insan vardır ki, her şeyi ile acıdır, ağza alınmaz. Bir çeşit insan vardır ki, ekşidir, o senden bir şey koparmadan önce, sen ondan lazım olanı almalısındır. Bir çeşit insan vardır ki, tuz gibidir, ona ihtiyacın olduğunda gerektiği kadarını alıp, kullanırsın. “

Bunun üzerine düşündüm de benim de insanları anlatacak bazı tariflerim var ve bu konuda ne yazık ki pek de iç açıcı düşüncelerim yok.

İnsanlığı tüm olarak ne kadar seviyorsam tek tek insanlar olarak o kadar sevmiyorum ve toplumu oluşturan insanlardan gitgide soğuyorum maalesef!

Benim en çok korktuklarım soğuk insanlardır, soğuk ve samimiyetsiz insanları hiç sevmem ve anlaşamam. Bunlar insanlarla ilişkilerinde samimiyet kurmaktan özellikle kaçınan, mesafeli duran insanlardır. Karşısındakine sıcak davranabilerek de mesafeyi koruyabileceğini bilmezler ne yazık ki. O mesafe onları kibirli gösterir, bunu bilirler mi acaba? Kendi soğuklukları nasıl da üşütür etrafındakileri!  Benim bütün enerjimi anında çekerler elektrikli süpürge gibi. Oysa ki bir sıcak gülümseme ne kadar çok şey başarır. Gülmek dudaklarda başlar, sonra bütün yüze ve sonra bulunduğun ortama yayılır, herkese bulaşır.

Hepimizin hayatında vardır böyleleri, bir süre taşırsın, hoş görmeye, olduğu gibi sevmeye çalışırsın ama bunu taşımak çok zordur. Bu insanları aslında dertleri büyüktür, kesinlikle kendi hayatlarında mutlu değillerdir, mutsuzlukları soğutur onları.

Bir de  dengesiz insanlar vardır ki bunlardan kesinlikle uzak durulmalıdır.  Yaptıkları birçok şeyde akıl ve mantık aranmamalıdır. Bunlar ne zaman ne yapacağı belli olmayan kişilerdir. Her şeyin yolunda olduğunu düşündüğünüz bir anda bir şeye sinirleniverirler ama ne olduğunu anlamanız imkansızdır. Samimi, sıcak bir ortamı bir anda buza çevirirler.  Parçalı bulutlu hava gibidirler. Bir bakmışsın yağmur yağıyor, bir bakmışsın güneş açmış. Bir bakmışsın selam verirken öper seni, bir bakmışsın sadece soğuk bir merhaba der.  Apışıp kalırsın, duyguların allak bullak olur.

Hele ki bu dengesiz şahıs sevdiğiniz biriyse, ya da iyiliğini gördüğünüz biriyse yapabileceğiniz en mantıklı şey allahtan sabır dilemektir.  İyi günlerinizin hatırına  bırakıp gidemezsiniz, ilişkinizi bitiremezsiniz ama onunla da yapamazsınız. Sonunda siz de dengesiz biri olabilirsiniz, ya da sinir hastası aman dikkat!

Bir de sinsiler vardır, hep samimi görünürler ama anlarsın yalan olduğunu. Belli ipuçları ele verir onları, biraz dikkat ederseniz.  Bu insan tipi sürekli zarar verir. Senden uzak olan kişiyi sana yakınlaştırır, sana yakın olanı da senden uzaklaştırır. İyilik yapıyorum adına ortalığı karıştırır, kısaca tehlikelidirler.

Bir de sana fayda vermek isteyip de zararı dokunanlar vardır, ahmak ve cahildirler bu gruptakiler. Bazıları bilmediğini bilmez, bazıları da bilmeyi, öğrenmeyi istemez.

Korkaklar da başka bir tehlikeli gruptur. Zor bir anında seni yapayalnız bırakır kaçar. Seni doldurur bırakır, sen ortaya atılınca ortadan kaybolurlar.

Ya kıskanç insanlar?!  Bunlar da çok tehlikelidirler.  Kendi aralarında çeşitleri vardır; belli edenler, sinsice saklayanlar, açıkça söyleyenler. Seni çok sevdiğini söyleyip, kendinden başka herkesi kıskananlar ise sadece sevgililerde  değil, arkadaşlar arasında da ciddi problemlere neden olurlar. Bunların kurnazlarından korkacaksın,  her şeyi yapıp, “ama ben seni çok seviyorum da ondan böyle davrandım” derler.

Karamsar, kötümser, iyimser, sitemkar, alıngan, duygusal, hırslı, pasif, ezik, kindar, ukala, her şeyi bilen, iddiacı, kaba, ultra nazik, vs.. Eminim hepinizin ekleyeceği şeyler vardır bunlara değil mi?

Hiçbir insan mükemmel değildir, herkesin az biraz kusurları, defoları vardır. İyi ya da kötü yanları vardır. Peki bunları gözlemleyen ve yazan ben çok mu mükemmelim? Tabii ki değilim, sadece ortalamanın biraz üzerinde bir bilince ve farkındalığa, vicdana ve samimiyete sahibim o kadar.




6 Mayıs 2013 Pazartesi

Rüyalarım, düşlerim, kabuslarım..


En güzel rüya tanımını Murathan Mungan’ın “Şairin Romanı” kitabında okumuştum; “Rüyalarımız kendimize sorduğumuz resimli bilmecelerdir. Cevabının bizde saklı olduğundan habersiz olmayı seçtiğimiz için hatırlamayız onları ya da tabir edemeyiz.”

Rüyalarım benim  için çok önemlidir. “Bir rüya gördüm” dediğim zaman evdeki herkes yine mi ifadesiyle bana bakar. Endişe, korku ama bir o kadar da merak dolu olan gözleri, rüyama göre beni ya geri çeker, ya da keyiflendirir. Çünkü bilirler ki rüyalarım çıkar.

Çok rüya gördüğüm için rüyalarla ilgili çıkan kitapları, yazıları, belgeselleri, tv’de çıkan uzmanları elimden geldiğince takip ederim.

Rüya denilince çoğu insanın aklına ilk gelen isim Sigmund Freud’dur. Rüyaların bilinç altına giden ana yol olduğunu söyleyen  Freud 'a göre rüyaların amacı günlük yaşamda bastırılarak bilinçaltına atılmış ilkel,  çoğunlukla da cinsellik ve saldırganlıkla ilgili isteklerin dışa vurulmasıdır. Ünlü psikanalist kişinin bastırılmış duygularını ortaya çıkarmak için rüyalardaki sembollerin önemine dikkat çeker. Şu aralar tezi için Freud okuyan kızım benim için bu görevi üstlenmiş durumda J


sigmund Freud ve carl Jung


Freud kadar popüler olan bir başka isim de Carl Güstav Jung 'du. İnsanların yaşam biçimlerinin getirdiği kısıtlamalar sonucu, kişiliklerinin ortaya koyamadıkları yönlerinin rüyalarda ortaya çıktığını söyleyen Jung’a göre, rüyalarda geçen semboller bilinçaltından gelen zihinsel görüntülerdir ve kabullenmediğimiz ya da endişe duyduğumuz yönlerimizi tanımamıza ve kabullenmemize yardım ederler.

İkisinin çalışmaları arasındaki temel farklılık Freud'un rüyanın ne saklayacağına, Jung'un ise ne açıklayacağına bakmasıdır.

Çok rüya gören bir insan olarak bana  sorarsanız eğer, aklım tüm uzmanların dediklerine inanmak istiyor, yani tüm  rüyalar bir şekilde yaşadıklarımız ve bilinçaltımızın eseri olduğu için “eyvah kötü bir rüya gördüm, ne olacak acaba?” korkusu yaşamama gerek yok o zaman! Bunun bir yere kadar doğru olduğunu kabul ediyorum ama ben haberci rüyalara da inanıyorum.

Rüyalarımızın çoğu  bilinçaltımızın bize sunduğu görüntülerdir. O gün yaşadıklarımız, ya da bir süredir zihnimizi meşgul eden problemler, özlemlerimiz, isteklerimiz bilinçaltının muhteşem yönetmeliği sayesinde değişik rollere bürünüp bir tiyatro oyunu hazırlarlar ve bize ustalıkla bu oyunu sunarlar.  İdiia ederim ki benim bilinçaltım bu konuda Oscar’ın en büyük adayı olabilir J Ama bir de haberci rüyalarım var ki, ben ve yakınlarım buna birkaç kere tanık olmuşlardır. Bunun sebebinin de 6. duyum olduğuna inanıyorum.


Ya kabuslar? Bu konuda da çok iyiyim J Kabuslarımdan çok güzel gerilim filmleri, seri katil hikayeleri çıkar. Karabasan da görmüşlüğüm var  ve bence kabustan beter bir şey. Kötü bir rüya gördüğünü fark edersin ve uyanmak istersin ama bunu başaramazsın, bazen uyandığını sanırsın, üzerindeki ağırlık kalkmaz bir türlü, aslında hala uykudasındır falan filan, yani berbat bir durum L

Tekrarlanan rüyalar var bir de. Benim rüyalar aleminde yıllardır yaşadığım evler ve sokaklar var valla, rüyamda çok iyi bildiğim bu yerleri gerçekte hiç görmedim.

En sonuncusu da “kıçın açıkta kalmış” isimli rüyalardır  ki bunlar da bende fazlasıyla mevcut. Geçen gece bir ambulans sedyesinde, üzerimde ameliyat önlüğü ile yüzü koyun uzanmış olarak E-5 kara yolunda arabaların arasında son hızla eve dönmeye çalışıyordum J

29 Nisan 2013 Pazartesi

Pazarlama mağduru bendeniz



Hayatta bir şey daha geldi başıma.
Bir şey daha öğrendim.
İnanılır gibi değil.
Bunu yapanlara “yok artık” derdim.
Demeyeceksin demek ki, benim de başıma geldi işte.
Allak bullak oldum, aldatıldım, kandırıldım.

Kısa İzmir seyahatimde, şahane bir havada İzmir Urla’ya doğru yola çıktık, arabayı abim kullanıyor ben de yanında oturuyorum. Arkada annem babam, güle oynaya manzarayı seyrediyoruz. Denizin güzelliğine tapınırken telefonum çaldı. Aslında tanımadığım numaraları hiç açmam ama, kader ağlarını örmeye orada başlamıştı işte. Turkcell’den aradığını söyleyen bir adam, bana bir şeyler anlatmaya başladı, ödül dakikalar kazanmıştım. Ses çok net değildi, “yoldayım şu anda sizi net duyamıyorum kusura bakmayın”  kibarlığım karşısında daha da kibar ve sabırla söylediklerini tekrarlayan adamı dinlemeye devam ettim. Aklım kazandığım dakikalarda ve turkcellden arandığım için sıfır şüphe dinledim. Sık kullandığım kredi kartımdan dolayı altın, tablet bilgisayar, cep telefonu gibi hediyelerden bahsetti, benim çok kullandığım kredi kartımın numarasını istedi, ben cüzdanımdan kartımı çıkarıp numaraları okudum, şifremi istedi verdim. (ay!! yazarken bile inanamıyorum), onaylıyor musunuz dedi, evet dedim falan filan.. Sonra size bunlarla ilgili mesaj gelecek dedi ben de teşekkür edip kapadım telefonu. 5 dk sonra (gerçekten o kadar kısa) bir anda beynimden vurulmuş gibi, ne yaptım ben, bedava dakika için neden kredi kartı numaramı ve şifremi verdim? Ne alaka bu deyip, anında beni arayan numarayı geri aradım, karşıma müzik kaydı çıkınca, dünyam yıkıldı, tamam bittim ben diye düşündüm. Bu arada annem ve babama çaktırmamaya çalışsam da betim benzim atmış halimi hemen anladılar ve toplu bir panik havasına girdik. Abim hemen turkcelli arayıp beni arayan numarayı sordu, böyle bir numaraları olmadığını öğrenince 2. panik dalgası geldi, hemen bankamı aradım, bana saatler gibi gelen bir zaman sonra müşteri hizmetlerine ulaştığımda, banka müşteri hizmetleri yetkilisine adeta haykırarak durumu aktardım, kişisel bilgilerden sonra ki en berbat bölüm de  burasıydı; anne kızlık soyadı!! Siz hiç anne kızlık soyadınızın uzun olmasının nasıl bir bela olduğunu biliyor musunuz? Benim annemin kızlık soyadı tam 11 harf! 4. ve 7. harfini isteyen müşteri temsilcisine 4. harfi söyledim ama 7. harfi bir türlü bulamıyorum. Bağırarak aileme soruyorum, annem ağladı ağlayacak, babişkom parmaklarıyla sayıyor; i, r, e… J yok bulamıyoruz harfi, adama yalvarıyorum soyadı şu işte siz bulun şu harfi diye, sonunda adam halime acıyıp 7. harfi söylüyor; e’mişJ

Neyse bu zor aşamayı geçtikten sonra hesabımdan 800 milyon çekilmiş olduğunu öğrendim. İlk aklıma gelen aman allahım dolandırıldım! Oldu tabii. Neyse müşteri temsilcim, beni arayan numaraya ulaşmamı, alışverişi iptal ettiğimi söylememi, sonrada bankaya bu çekimi onaylamadığıma dair bir dilekçe yazmamı söyledi. Bu arada ısrarla beni arayan biri olduğuna dair telefonumdan sinyal alıyordum. Bir baktım ki arayan yine o numara, hemen açıp; “siz beni aldattınız” diye başladım saymaya. Bu arada içimden bir ses de; “neden 800.- TL çekilmiş, kart limitim daha yüksek” diye bir uyarı yolluyor bana.

Sonuçta öğrendim ki ben beni arayan Turkcell Teknoloji şirketinden bir tablet bilgisayar ve bir cep telefonu satın almışım, piyasa değerinin yarı fiyatına. Gerçekten böyle bir şirket varmış ve ben alışveriş yapmışım. Yani ben aslında dolandırılmamışım ama kandırılmışım. 800.-TL yi 800 dakika diye onaylamışım da, dakika için kredi kartı numarası ve şifresi verilir mi diye hiç düşünmemişim?!! Alışverişi onaylıyorum dediğim anda dönüşüm yokmuş zaten. Sordular, ben de onayladım işte! Hatalıyım ve evet hala salaklığıma doyamıyorum.

Call center yetkilisiyle iletişim konusunda düşülen tuzaklardan birine düştüm. Telefonla pazarlama tacizine uğradım.  Bu tuzakların birine düşmezsen, başka birine düşüveriyorsun işte! Hem de bu konuda o kadar dikkat ederken, herkese tavsiyeler verirken ben kandırıldım. 

İçinde yaşadığımız sistemin bize armağanı bu pis pazarlama yöntemleriyle başa çıkmak için bundan sonra “Ayşegül hanımla mı görüşüyorum?” dedikleri zaman, “hayır efendim kendisi 2 yıldır komada konuşamıyor” diyeceğimJ

Telefonda hipnoz ediliyormuş insanlar, belki ben de böyle bir kurbandım kim bilir?!


22 Nisan 2013 Pazartesi

Had Bilmek




Alime sormuşlar: “Efendim en iyi neyi bilirsiniz?”
Alim kişi cevap vermiş: “haddimi bilirim.”

Sözlüklere göre; “Had” kelimesi durmamız gereken sınırları içerir. 
Haddini bilmek; kendi değerini ve yeteneğini, olduğundan ve başkalarından üstün görmemektir. Haddini bilmek, kendini bilmektir.

Şöyle bir etrafınıza bakın bakalım, ne kadar çok had bilmez var etrafımızda. Bizzat tanıdığımız, tanımadığımız ama bazı yerlerde bir araya geldiğimiz kişiler, toplu taşıma araçlarında, takside, alışveriş yaptığımız esnaflar içindeler, her yerdeler ve ne kadar da çoklar.

Saygısızlık, edepsizlik ve küstahlığın yeni adı "had bildirmek" olmuş. İşin garip olan yanı, haddini bilmediğini de bilmez çoğu. “Ama karşımdaki de hak etti” der, “ezilmedim” der, oysa bilmez ki edepsiz susturduğunu sanır, edepli ise edebinden cevap vermez.

Hiçbir insan edepsiz olarak doğmaz, edepsizlik sonradan edinilir.  İnsan egosu şımartılmaya görsün, şımartıldıkça kabarır, kabardıkça da cıvıyıp haddini aşar işte!

Haklılığından ve mantığından her zaman emin birisini gördüğüm zaman ondan sakınırım. Çünkü büyük ihtimalle haklılık ve mantık adına vicdanını köreltmiştir. Merhametin, terbiyenin mantığı olur mu?

Haddini bilen herkes, herhangi bir konuda, yaşını, bilgisini, konumunu ve sınırlarını bilip, ona göre davranır ve konuşur. Haddini bilmeyense kural tanımaz, görgü bilmez, kırar geçer.

Konuşurken, tartışırken “bence” demenin bir nezaketi vardır. Birbirini dinlemenin bir nezaketi vardır. Karşıdakinin yaşına, bilgisine, tecrübesine gösterilmesi gereken bir nezaket vardır. Kibar olmak, haddini bilmek bu kadar zor mu? Haddimizi bilme özürlüyüz ama had bildirme konusunda çok hevesliyiz maşallah!

Hoşgörüsüz, önyargılı, intikamdan başka bir duyguyu tanımayan, empati denilen şeyi bilmeyen insanlara dönüştük. Kimse kimseyi dinlemiyor, ne demek istediğini anlamaya uğraşmıyor.

Beni en çok rahatsız eden insanlar, her şeyi en iyi bildiğini düşünenlerdir. Herkes her şeyi çok iyi bilecek diye bir şey yok ki, herkesin ilgi alanı farklı olabilir. Yapılması gereken, bilmediğin konuda  ısrarcı olmamak ve bir bilene saygı duymak olmalı. 

Çocuklarımıza öğrettiğimiz şeylerin en başında; bilmediğiniz bir konuda tartışmaya sakın girmeyin, o konuyu iyice öğrenip öyle tartışın olmuştur. Sonra merhametli ve saygılı olmanın önemini hatırlatırız hep. Hakkınızı koruyacaksınız ama bunu  yaparken hak koruma ve küstahlık arasındaki o ince çizgiyi iyi bileceksiniz deriz.  İnanın  bu çizgiyi aşan çok çocuk gördüm. Büyüklerine karşı saygısızlar, arkadaşlarına karşı merhametsizler. Yazık! Bu çocukları bir de büyüdüklerinde düşünün.

Hepimiz hakkımızı korumayı bilmeliyiz tabii, ama bunu nasıl yaptığımız önemli. Size bir soru; Hangisi daha çok üzer  sizi? Bir şey söyleyip "keşke söylemeseydim" mi? Yoksa, bir şey söylemeyip "keşke söyleseydim"mi?

Bazen diyorum ki; “ne olacak söyle gitsin, içinde kalmasın.” Sonra, “aman boşver, söyleyince ne olacak?” diyorum. Kalp kırmak beni daha çok üzüyor, o zaman da sus geçsin gitsin diyorum!

Ya siz?