29 Nisan 2013 Pazartesi

Pazarlama mağduru bendeniz



Hayatta bir şey daha geldi başıma.
Bir şey daha öğrendim.
İnanılır gibi değil.
Bunu yapanlara “yok artık” derdim.
Demeyeceksin demek ki, benim de başıma geldi işte.
Allak bullak oldum, aldatıldım, kandırıldım.

Kısa İzmir seyahatimde, şahane bir havada İzmir Urla’ya doğru yola çıktık, arabayı abim kullanıyor ben de yanında oturuyorum. Arkada annem babam, güle oynaya manzarayı seyrediyoruz. Denizin güzelliğine tapınırken telefonum çaldı. Aslında tanımadığım numaraları hiç açmam ama, kader ağlarını örmeye orada başlamıştı işte. Turkcell’den aradığını söyleyen bir adam, bana bir şeyler anlatmaya başladı, ödül dakikalar kazanmıştım. Ses çok net değildi, “yoldayım şu anda sizi net duyamıyorum kusura bakmayın”  kibarlığım karşısında daha da kibar ve sabırla söylediklerini tekrarlayan adamı dinlemeye devam ettim. Aklım kazandığım dakikalarda ve turkcellden arandığım için sıfır şüphe dinledim. Sık kullandığım kredi kartımdan dolayı altın, tablet bilgisayar, cep telefonu gibi hediyelerden bahsetti, benim çok kullandığım kredi kartımın numarasını istedi, ben cüzdanımdan kartımı çıkarıp numaraları okudum, şifremi istedi verdim. (ay!! yazarken bile inanamıyorum), onaylıyor musunuz dedi, evet dedim falan filan.. Sonra size bunlarla ilgili mesaj gelecek dedi ben de teşekkür edip kapadım telefonu. 5 dk sonra (gerçekten o kadar kısa) bir anda beynimden vurulmuş gibi, ne yaptım ben, bedava dakika için neden kredi kartı numaramı ve şifremi verdim? Ne alaka bu deyip, anında beni arayan numarayı geri aradım, karşıma müzik kaydı çıkınca, dünyam yıkıldı, tamam bittim ben diye düşündüm. Bu arada annem ve babama çaktırmamaya çalışsam da betim benzim atmış halimi hemen anladılar ve toplu bir panik havasına girdik. Abim hemen turkcelli arayıp beni arayan numarayı sordu, böyle bir numaraları olmadığını öğrenince 2. panik dalgası geldi, hemen bankamı aradım, bana saatler gibi gelen bir zaman sonra müşteri hizmetlerine ulaştığımda, banka müşteri hizmetleri yetkilisine adeta haykırarak durumu aktardım, kişisel bilgilerden sonra ki en berbat bölüm de  burasıydı; anne kızlık soyadı!! Siz hiç anne kızlık soyadınızın uzun olmasının nasıl bir bela olduğunu biliyor musunuz? Benim annemin kızlık soyadı tam 11 harf! 4. ve 7. harfini isteyen müşteri temsilcisine 4. harfi söyledim ama 7. harfi bir türlü bulamıyorum. Bağırarak aileme soruyorum, annem ağladı ağlayacak, babişkom parmaklarıyla sayıyor; i, r, e… J yok bulamıyoruz harfi, adama yalvarıyorum soyadı şu işte siz bulun şu harfi diye, sonunda adam halime acıyıp 7. harfi söylüyor; e’mişJ

Neyse bu zor aşamayı geçtikten sonra hesabımdan 800 milyon çekilmiş olduğunu öğrendim. İlk aklıma gelen aman allahım dolandırıldım! Oldu tabii. Neyse müşteri temsilcim, beni arayan numaraya ulaşmamı, alışverişi iptal ettiğimi söylememi, sonrada bankaya bu çekimi onaylamadığıma dair bir dilekçe yazmamı söyledi. Bu arada ısrarla beni arayan biri olduğuna dair telefonumdan sinyal alıyordum. Bir baktım ki arayan yine o numara, hemen açıp; “siz beni aldattınız” diye başladım saymaya. Bu arada içimden bir ses de; “neden 800.- TL çekilmiş, kart limitim daha yüksek” diye bir uyarı yolluyor bana.

Sonuçta öğrendim ki ben beni arayan Turkcell Teknoloji şirketinden bir tablet bilgisayar ve bir cep telefonu satın almışım, piyasa değerinin yarı fiyatına. Gerçekten böyle bir şirket varmış ve ben alışveriş yapmışım. Yani ben aslında dolandırılmamışım ama kandırılmışım. 800.-TL yi 800 dakika diye onaylamışım da, dakika için kredi kartı numarası ve şifresi verilir mi diye hiç düşünmemişim?!! Alışverişi onaylıyorum dediğim anda dönüşüm yokmuş zaten. Sordular, ben de onayladım işte! Hatalıyım ve evet hala salaklığıma doyamıyorum.

Call center yetkilisiyle iletişim konusunda düşülen tuzaklardan birine düştüm. Telefonla pazarlama tacizine uğradım.  Bu tuzakların birine düşmezsen, başka birine düşüveriyorsun işte! Hem de bu konuda o kadar dikkat ederken, herkese tavsiyeler verirken ben kandırıldım. 

İçinde yaşadığımız sistemin bize armağanı bu pis pazarlama yöntemleriyle başa çıkmak için bundan sonra “Ayşegül hanımla mı görüşüyorum?” dedikleri zaman, “hayır efendim kendisi 2 yıldır komada konuşamıyor” diyeceğimJ

Telefonda hipnoz ediliyormuş insanlar, belki ben de böyle bir kurbandım kim bilir?!


22 Nisan 2013 Pazartesi

Had Bilmek




Alime sormuşlar: “Efendim en iyi neyi bilirsiniz?”
Alim kişi cevap vermiş: “haddimi bilirim.”

Sözlüklere göre; “Had” kelimesi durmamız gereken sınırları içerir. 
Haddini bilmek; kendi değerini ve yeteneğini, olduğundan ve başkalarından üstün görmemektir. Haddini bilmek, kendini bilmektir.

Şöyle bir etrafınıza bakın bakalım, ne kadar çok had bilmez var etrafımızda. Bizzat tanıdığımız, tanımadığımız ama bazı yerlerde bir araya geldiğimiz kişiler, toplu taşıma araçlarında, takside, alışveriş yaptığımız esnaflar içindeler, her yerdeler ve ne kadar da çoklar.

Saygısızlık, edepsizlik ve küstahlığın yeni adı "had bildirmek" olmuş. İşin garip olan yanı, haddini bilmediğini de bilmez çoğu. “Ama karşımdaki de hak etti” der, “ezilmedim” der, oysa bilmez ki edepsiz susturduğunu sanır, edepli ise edebinden cevap vermez.

Hiçbir insan edepsiz olarak doğmaz, edepsizlik sonradan edinilir.  İnsan egosu şımartılmaya görsün, şımartıldıkça kabarır, kabardıkça da cıvıyıp haddini aşar işte!

Haklılığından ve mantığından her zaman emin birisini gördüğüm zaman ondan sakınırım. Çünkü büyük ihtimalle haklılık ve mantık adına vicdanını köreltmiştir. Merhametin, terbiyenin mantığı olur mu?

Haddini bilen herkes, herhangi bir konuda, yaşını, bilgisini, konumunu ve sınırlarını bilip, ona göre davranır ve konuşur. Haddini bilmeyense kural tanımaz, görgü bilmez, kırar geçer.

Konuşurken, tartışırken “bence” demenin bir nezaketi vardır. Birbirini dinlemenin bir nezaketi vardır. Karşıdakinin yaşına, bilgisine, tecrübesine gösterilmesi gereken bir nezaket vardır. Kibar olmak, haddini bilmek bu kadar zor mu? Haddimizi bilme özürlüyüz ama had bildirme konusunda çok hevesliyiz maşallah!

Hoşgörüsüz, önyargılı, intikamdan başka bir duyguyu tanımayan, empati denilen şeyi bilmeyen insanlara dönüştük. Kimse kimseyi dinlemiyor, ne demek istediğini anlamaya uğraşmıyor.

Beni en çok rahatsız eden insanlar, her şeyi en iyi bildiğini düşünenlerdir. Herkes her şeyi çok iyi bilecek diye bir şey yok ki, herkesin ilgi alanı farklı olabilir. Yapılması gereken, bilmediğin konuda  ısrarcı olmamak ve bir bilene saygı duymak olmalı. 

Çocuklarımıza öğrettiğimiz şeylerin en başında; bilmediğiniz bir konuda tartışmaya sakın girmeyin, o konuyu iyice öğrenip öyle tartışın olmuştur. Sonra merhametli ve saygılı olmanın önemini hatırlatırız hep. Hakkınızı koruyacaksınız ama bunu  yaparken hak koruma ve küstahlık arasındaki o ince çizgiyi iyi bileceksiniz deriz.  İnanın  bu çizgiyi aşan çok çocuk gördüm. Büyüklerine karşı saygısızlar, arkadaşlarına karşı merhametsizler. Yazık! Bu çocukları bir de büyüdüklerinde düşünün.

Hepimiz hakkımızı korumayı bilmeliyiz tabii, ama bunu nasıl yaptığımız önemli. Size bir soru; Hangisi daha çok üzer  sizi? Bir şey söyleyip "keşke söylemeseydim" mi? Yoksa, bir şey söylemeyip "keşke söyleseydim"mi?

Bazen diyorum ki; “ne olacak söyle gitsin, içinde kalmasın.” Sonra, “aman boşver, söyleyince ne olacak?” diyorum. Kalp kırmak beni daha çok üzüyor, o zaman da sus geçsin gitsin diyorum!

Ya siz?

15 Nisan 2013 Pazartesi

Bu Sabah Yağmur Var İstanbul'da



“Bu sabah yağmur var İstanbul’da
Gözlerim dolu dolu oluyor bilmem niye
Anne sözü dinler gibi masum
Ağladım bu sabah….”



Evlendiğim ilk yıllarda (fi tarihte yani)J MFÖ’nün bu şarkısını dinlediğim zaman ağlardım, bilmem niye?:) Oysa ki ailemle aynı şehirdeydim. İzmir’de, üstelik 4 durak ötedeydi evimiz. Yani istediğim zaman annemleri görebilirdim, ama bu şarkının “anne sözü dinler gibi masum” dizesinde gözyaşlarım hücum ederdi gözlerime.  Annemlere gidesim gelirdi koşa koşa. Sanki yıllar sonra İzmir’den İstanbul’a gurbete gideceğimi bilirmişim gibi.

Hayatın, acı-tatlı karışımı bir sürpriziydi İstanbul bizim için. Benim için ise anne-baba kuzuluğundan çıkıp, kazık kadar bir kadın olmama rağmen, artık tek başına ayakta durma dönemine geçişti aynı zamanda. Çocuklarımı büyüten, her zaman bana ellerini uzatan, her konudaki desteğim ailemden ayrılan, bildiğim ama tanımadığım bir şehrin ortasında kalan ürkek bir çocuk gibiydim İstanbul’a geldiğimde.

İlk zamanlarda yaşadığımız sıkıntılar geçti, her şey bir şekilde halloldu ve biz hepimiz çok mutlu olduk bu şehirde. İstanbul sevilmeyecek gibi değil, tüm zorluklarına rağmen, güzelliklerine doyulmaz bir şehir.

Ben değiştim, hayatımda yeni bir dönem açıldı burada. İş ve ilişkiler bazında, hayata bakış bazında, farklılaştım farkında olmadan.

İstanbul’a gelip de aynı kalan yoktur herhalde. Bu şehir alır insanı ellerine tıpkı bir oyun hamur gibi yoğurur, yeniden, yeniden şekillendirir insanı. Bir bakmışsın değişmişsin, artık aynı konuşmuyor, aynı düşünmüyor, dünyaya artık eski gözlerinle bakmıyorsundur. Şaşırırsın, ne vakit ve nasıl oldu da değiştin anlayamazsın.

Çok güzel bir şehir ve asla durağan ve olağan değil İstanbul. Gürül gürül bir temposu var. Her köşesinden bir başka sürpriz fışkırıyor bu şehrin. İyi ya da kötü.  İstanbul kontrastlar şehri. Sarıklı, cübbeli, erkekler, çarşaflı kadınlardan tut, moda dergisinden fırlamış şıklık ve marjinallikte insanlarına, sinegoglara, kiliselere, camilere, oradan sosyetik ve dünyayla yarışan mekanlarına uzanan rengarenk bir mozaik. Buram buram tarih kokan sokaklarıyla, tarihi mekanlarıyla çok güzel bir karışımdır İstanbul. Ortasından deniz geçen tek şehir! Bir de her medeniyetten izler taşıyor. Bizans eserleri ve Osmanlı’nın izleri.  Boğaz’daki tarihi yalılar hele, içlerinde ne hikayeler barındırırlar! Hepsi ayrı ayrı değerler.

Olmadık bir sokak, inanılmaz bir manzaraya götürür seni. Saçma sapan, eski püskü bir binaya çekinerek girip, o eski püskülüğe yaraşmaz modern bir asansörle karşılaşıp, olağanüstü manzaraya sahip bir terasa çıkıverirsin.

İşte yıllar önce İzmir’den İstanbul’a gelen o ürkek kız çocuğunu çaktırmadan böyle efsunladı İstanbul.

Kalbim ege’de olsa da seviyorum bu tılsımlı şehriJ

12 Nisan 2013 Cuma

Bahar Geldi Hoş Geldi! Yaz da Arkasında


Bahar Geldi Hoş Geldi! Yaz da Arkasında

Sonbahar ve kış mevsimini çok seviyorum. Çok sevdiğim için de çok çabuk geçiyor bana. Baharı  ise sevmem. Doğa kendini yeniler, ağaçlar çiçeklenir falan da benim için bahar mevsimi,  kendini deliler gibi sokağa atmış insanlar, parklarda bağrışan çocuklar ve alerjidir.  Kışın sakinliği, herkesin kendi alanında huzurla süren yaşamları bir anda sokaklara taşar. İlla ki bir piknik havasına girilir, çimenler, börtü böcek..  Ailecek bir kahvaltıya gidelim dersin ne deniz kenarı, ne de dağ tepe, her yer doludur, yer bulamazsın, bulsan hizmet alamazsın. Stres seviyen hızla yükselişe geçer.

Bir ılık, bir soğuk, bir rüzgar,  bir yağmur getiren kaypak bir hava durumu, yorgunluk hissi ve bünyenin bozulması da cabası. Bir terlersin, bir üşürsün, polenlerden hapşırırsın..Hele böcekler ağzına burnuna saldırırlar saygısızca.

Sonrasında gelen yaz mevsimi ise dayanılmaz sıcaktır benim için.  Beynin erimesine neden olan sıcak, bir de nemden nefes alamaz hale gelmek, yetmez mi?! (Hele ki panik atak problemin varsa benim gibi) Sıcaktan delirip derini bile sıyırasın gelir. Yarı çıplak dolaşsan da kurtulamazsın sıcaktan..Toplu taşıma araçlarındaki koku, yürürken her yerinden akan ter, böyle uzayıp gider liste..

Klimalı ortamdan her ayrıldığında bir odun fırınına girmiş hissedersin kendini. Bir de klimadan hoşlanmayan uyuzlar  var ki onlarla yaşamak imkansız, dokunuyor der açtırmaz falan..

Hele ki tatil imkanın yoksa tam bir kabus! Bütün yazı yazlıklarında, otellerde, deniz kenarında, havuz kenarında ellerinde soğuk içecekleriyle geçiremeyenleri düşünsenize..

Ama kış öyle mi ya?! Üşüdün bir hırka giy, hala üşüyorsan palto giy, atkı, eldiven, şapka tak. Bacakların mı üşüdü giy termal tayt, hala üşürsen git tahlil yaptır, kansızsındır muhakkakJ Evdeysen al üzerine battaniye, hava da bulutlu, uzan kanepeye, televizyon bile kışın daha canlı, ohh mis gibi..

Kulaktan dolma söylemiyorum bunları. Çocukluğum, yazın dibini yaşayan İzmir’de geçti, İstanbul’un sıcağı ne ki İzmir’in sıcağı karşısında!  Tamam okul biter tatile girersin. Bu güzel de baban memur, o zaman araba almak da şimdiki gibi kolay değil, bekle dayın gelecek Almanya’dan da,  seni denize götürecek!  Zengin arkadaşların yazlıklarına giderler, kalanlarla da sokağa çıkmak için havanın serinlemesini beklersin. O yaşlarda zaman da nasıl yavaş geçerdi öyle! Tek güzel yanı çok kitap okumaktı, o zamanlarda okudum tüm rus klasiklerini, tüm klasik müzik bestecilerinin yaşam hikayelerini.

Sonra yaz biter, herkes evine döner, hava soğumaya başlar, okullar açılır. Şartlar herkes için kısmen de olsa eşitlenir.  Böyle yıllar geçer ve sen büyürsün, araban da vardır, tatile de gidiyorsundur artık, ama yaz mevsimini bir türlü sevemezsin işte!

9 Nisan 2013 Salı

Affetme


Affetmek

Geçen gece, en sevdiğim seri katil Dexter’ın izlediğim  bir bölümü affetmekle ilgiliydi. “Let it go” yani serbest bırak, affet gitsin.

Peki afffedebilme noktasına gelmek kolay bir şey mi?! Bazen affetmeden önce intikam almak istemez miyiz?! Bizi üzen birisini cezalandırmak, ona acı çektirmek istemez miyiz?

Son yıllarda kişisel gelişim, düşünce gücü vs adı altında yayınlanan kitaplardan ve bu işi yapan insanlardan çok duyuyoruz bu affetme meselesini. Mutlu olmak için, rahatlamak için affedip kurtulmalıyız belki de yüklerimizden. Affetmediğimiz kişi bizim için büyük bir yük aslında. Zihnimize hapsediyoruz onu. Zihnimiz devamlı o kişi ile meşgul oluyor. O kişinin yaptığı her ne ise zihnimizin içinde dolaşıp duruyor. Düşüncelerimiz o kişiye ve onun yaptığı şeye esir oluyor bir nevi. Bu çok yorucu ve yıpratıcı bir duygu ve uzmanlara göre bundan kurtulmanın, bu nefreti aşmanın bir tek yolu var: Affetmek. Başkalarını affettiğimizde biz özgürleşiyoruz aslında. Affetmek, bizi üzeni serbest bırakmak,  o konuyu kapatmaktır ve bunu yaptığımız anda üzerimizden büyük bir yük kalkacağı da doğrudur.

Anladık mı? Evet anladık. Peki bunu uygulayabilmek kolay mı? Hayır. Zor! Uzmanlar bunun zor olduğunu kabul ediyorlar ve bir de bunu başarabilmek için bazı alıştırmalar veriyorlar. Bir takım anahtar cümleleri var, üstelik bu cümleleri yüksek sesle söyleyeceksin. Tamam, ona da peki. Denedim, ama bana pek bir faydası dokunmadıJ

Aslında ben kindar birisi değilim, artık bu yaşımda bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum. Benim de çok kızdığım, kırıldığım, affedemediğim insanlar oldu hayatımda. Hele ki hiç beklemediğin ve gerçekten çok sevdiğin bir kişiyse seni üzen, onu affetmek daha da zor oluyor. Ama ben bu nefret etme ve kızma durumlarından çok yoruluyorum, ve özellikle beni üzenler eğer bana bir adım atıyorlarsa öfkem daha çabuk geçiyor. Yaptıklarını unutuyor muyum? Hayır ama boş veriyorum. Yapılanları zihinsel olarak unutmak zaten mümkün değil. Duygusal unutma benim yaptığım. Bir de önemsememeyi becerebiliyorsam eğer öfkem kendiliğinden kayboluyor ve o yük omuzlarımdan kendiliğinden düşüyor. Bu da o kişisel gelişim tarzı kitaplardaki alıştırmaları yaparak olmuyor kesinlikle! Kimsenin zorlamasıyla ya da bunu yüksek sesle söylemekle affetmek mümkün değil. Affetmek bir süreçtir. Bir de ruhen ve beynen olgunlaşmayı gerektirir.
Peki affetmek, affettiğimiz kişiyi uslandıracak mı?! O da bu kişinin cibiliyetine bağlı. Ya iyice küstahlaşıp, seni salak yerine koyarsa?! Bunun çözümü de basit; affetmek, o kişiyi sevmek, onunla ilişkiyi sürdürmek ya da o kişiyi haklı bulmak anlamına gelmez. Birçoğumuz affetmenin, bizi üzenleri suçsuz ya da haklı bulduğumuz anlamına geleceğini sanırız. Oysa affetmek, bizi üzen anıların boyunduruğundan kurtulmak, yaşamımızı kontrol altında tutmasına son vermek demektir.

Peki,  benim en sevdiğim dizi karakteri seri katil Dexter affedebildi mi derseniz, tabii ki hayır! Denedi ama affetmenin karşısındakine verdiği küstahlığa çok uzun süre dayanamadıJ



2 Nisan 2013 Salı


“Panik Anksiyete” yani nam_ı diğer “Panik Atak”



Geçenlerde bir arkadaşımın arabasına bindim, önde bebek arabası vardı, o yüzden arkaya oturmak zorumda kaldım ve birkaç saniye sonra “dur ben ineceğim” diye bağırarak arabadan atladım. Anlatması gerçekten çok zor bir durum, o birkaç saniyede yaşadığım sıkıntıyı ve korkuyu tarif edemem..  Bir de arkadaşlarıma karşı duyduğum mahcubiyet de cabası.. Oysa otururken aklımda böyle bir korku yoktu. Arkanın basıklığı, camların koyu renk olması ve sıkışık oturma düzeni önce korkuyu sonra da paniği getirdi işte. (O arkadaşım bu olaydan sonra cip aldı, tavanında da sunroof var)
İlk atağımı da yine bir arabada yaşamıştım, orada da bağırarak arabayı durdurup yola atlamıştım.. Tabii o zaman ne olduğunu anlayamamıştım, klostrofobim vardı hep ama bu kendini kaybetme durumu çok farklıydı.
Neyse sonra psikiyatr ve teşhis; “Panik Anksiyete” Halk dilindePanik Atak”. Yoğun korku, kaygı, endişe karışımı bir nöbet.  Tıbbi tanımı böyle..

En büyük sebebi yaşam kaygılarının artması, maddi ve manevi belirsizlik. Yaşanılan bazı sıkıntılar.. Sanılanın aksine sadece psikolojik bir durum da değil. Ataklar sırasında oluşan çarpıntı, terleme, ateş basması, kalp atışlarının hızlanması, nefes darlığı ve her şeyi sisli görme durumları da fizyolojik etkileri. Bazı hormonlar sebep oluyormuş buna.

Bir de bu hastalığın sinsi bir tarafı var; çok keyifli ve mutlu olduğun zamanlarda kendini hatırlatıyor. Beklenmedik bir anda ve hiç belirti göstermeden ortaya çıkıveriyor. Bir keresinde de böyle keyifli bir günün sonunda yakalamıştı beni. Nefes darlığıyla başlayıp, üzerimdeki elbiseyi çıkarmaya kalkmıştım bir cafedeJ Yeşil elma dilimleriyle dolu, elmalı votka içiyordum bebek’teki meşhur bir mekanda. Yanımda en sevdiğim arkadaşlarımla. Kahkahalarla dolu sohbet vardı masada ve birden nefes darlığı hissi, arkasından, eyvah nefes alamıyorum korkusu, üzerimdeki elbisenin beni sıktığı hissiyle gelen panik. Kalp çarpıntısı, sisli görüş ve elbisemden kurtulma isteği. Kulaklarımda psikiyatrımın sesi; “tatlım ciğerlerinde bir problem yok, boynuna taş bağlayıp suyun dibine de atmadık seni, bütün oksijen senin, çık dışarı nefes al.” Söylemesi kolay da,  uygulaması zorJ
Bu olaylardan sonra da “ya yine olursa?!” endişesi başlıyor. Başka kaygılardan doğan hastalığım kendi başına bir kaygı olarak ortaya çıkıveriyor.
Panik atağın önemsiz bir sorun olduğunun düşünülmesi ve sana hastalık hastası yakıştırmasının yapılması da en fenası. Daha da fenası şımarıklık olarak algılanması ve  abartıldığının düşünülmesi.. Aslında böyle düşünenlere de kızmamak gerek, yaşamayan anlamıyor tabii.
Valla ben arabalarda önde oturuyorum, görüş alanımın açık olması beni rahatlatıyor.. Uçakta da business class’da uçmam gerekiyor, koltuk araları geniş ya!J Yok canım o kadar zengin değilim henüz. O yüzden uçağa bineceksem ve de uçak daha çok yolcu alalım düşüncesiyle sıkıştırılmış koltukluysa eğer, yarım doz sanax içiyorum. Yoksa “durdurun uçağı inecek var” diye bağırsam neye yararJ

1 Nisan 2013 Pazartesi

Nedir Bu Beden Yaşı ile Ruh Yaşı Arasındaki Husumet?!



 Bu aralar, seyrettiğim evlendirme programlarının da etkisiyle artan bir korkum var; ya beden yaşım ve ruh yaşım her zaman başa baş gitmezlerse diye.. Bir de ailemdeki bazı yakınlarımda da bu yaşların asla beraber gitmediğini gözlemleyince, genetik faktörü de eklendi bu korkuma.. Halam 80 yaşında ama o hala 40’larında, kafa yapısı da, giyim tarzı da öyleJ

Sevgili babişkom doktora sormayı düşünüyor bu konuyu, ona da garip gelmeye başlamış bu iki yaş arasındaki fark artık!:))  Fark etmiş bir gariplik olduğunu, “77 yaşımdayım ama bana hiç de öyle gelmiyor” diyor. Hem güzel, hem de zor böyle hissetmek.. Kocaman bir maşallah onlara bu arada

Zor bir şey! Düşünsenize beden yaşlanıyor, bunu geciktirmek için ne yaparsan yap sonuç değişmiyor, ama ruh öyle mi?! 

Evlilik programında bir amca var,  87 yaşında, kendisine eş arıyor; eş adayları en fazla 65 yaşında olacaklar, kesinlikle bakımlı yani süslü, havalı cilveli olacaklar, çöpsüz üzüm, yani çocuksuz veya çocuklarından kopuk olacaklar, esas önemlisi hiç hastalıkları olmayacak ve de hiç hastalanmayacaklar!! Kendisi duymuyor, gözlükle zar zor görüyor ve 90 a merdiven dayamış ama amcamın ruhu genç, isteklerine baksanıza!

Gelen kadın adaylar da bir başka, kılık kıyafet, saç baş inanılmaz.. Taytlar, dizüstü çizmeler, abartılı takılar.. ufff çok fena!! Bu duruma düşmemek için şimdiden kızıma tembihlerde bulunuyorum, benim böyle olmama asla izin verme diye!..

Yaşlı bir vücutta genç bir ruh olmak iyi bir şey midir? Vücut nasıl yaşlanır biliyoruz da, peki ya ruh, ruh nasıl yaşlanır, yıllar içinde mi yoksa yaşanmışlıklarla mı, bırakış ve terk edişlerle mi, pes ederek mi? Belki de ruhun yaşlanması değil de olgunlaşması söz konusudur. Algılarının farklılaşması, kabullenişler, farkındalıklar.. yine de yaş ne olursa olsun, ne kadar olgun olursa olsun, koşmak eğlenmek, gezmek tozmak, dans etmek istemez mi? Aynaya baktığında genç bir yüz görmek istemez mi?

Bir de nadiren de olsa bu durumun tersi var, bedeni genç olup da ruhu erken yaşlananlar. Bu durumla ilgili örneğim de annem! Çocukluğumdan beri hep” ben artık yaşlıyım” dedi.. Kıyafetlerine de, hareketlerine de etki ederdi bu haliJ Hala yaşını göstermez, ama hala yaşını 10 yaş fazla söyler:))

Sanırım ben yaşlı bir vücutte ruhum genç kalsın istemem, hapsedilmiş bir ruh olurum gibi geliyor bana. Aslında dengemi korumak isterim...Ruhum kadar genç bir vücut, ya da vücudum kadar olgun bir ruh isterim, yaşlı değil ama olgun; yaşamın gizemini ve büyüsünü anlamış bir ruh, zamanı hisseden onunla yok olmayan, her yaşta gülebilen, anlayabilen, üretebilen bir ruh...