6 Kasım 2015 Cuma
Spor Hayatım
Biliyordum zaten ama yaşayınca kesin olarak
anladım ki ben asla spor insanı değilim.
Herkesin dilinde bir “spor yapmak çok
gerekli ve çok önemli” cümlesi mi, trendy olma durumu mu bilmiyorum ben de
girdim bu yola.
Hadi spora başlayalım, havalı spor salonlarından
birine üye olalım, Ebru Şallı’nın tasarladığı spor taytlarından giyelim, havalı
Nike ayakkabılar da tamam, ha bir de havalı spor çantası, o da kıyafetle uyum
içinde olmalı.
İşte bu
keyifli aşamalar tarafımdan harfiyen uygulandı ve oğlandan arta kalan üyelikle
birlikte spor hayatım başladı, ama hayallerde spor yapmak güzel de gerçekler
tek kelimeyle ıstırap.
Bisiklet, yürüme bandı karışımı aletin üzerinde 1. Seviyede boğuşurken yanındakinin 7.
seviyede uçtuğunu görünce önce bir moralin bozuluyor, sonra hırslanıyorsun ve
sonuçta pestilin çıkıyor.
Bir de orta alanda minder dedikleri bir yer
var, orada da işkence aletleri sıralanmış, kurbanlarını bekliyorlar.
Bakalım ne kadar sürecek bu macera, en
azından şimdilik haftanın 3 günü gidiyorum, gidişim öyle bir havalı ki görmeyin
J
17 Ekim 2015 Cumartesi
Haydi Oy Vermeye
“Artık ortak
keder ve zafer bile Türkleri bir araya getirmiyor.” New York Times
Aynen öyle.
Bir Türk
bilim adamımız kimya dalında Nobel ödülü kazanmış, hepimiz sevinemiyoruz, bir grup
çıkıp Türk mü, Kürt mü, Arap mı diye tartışıyor.
Ankara’da
korkunç bir katliam yaşanıyor, barış için giden insanlarımız, gençlerimiz
ölüyor, ortak acı yaşanmıyor da ondan mı bizden mi oluyor.
Milli maçta ölen
insanlarımız için saygı duruşu yapılıyor, bir dakika bile dayanamıyorlar, ıslık
kıyamet..
Kim
kutuplaştırdı bizi, kim bu düşmanlığı çıkardı? Nedir bu vicdansızlık?
Ben şu
yaşıma kadar Sünni miyim Şii miyim diye düşünmüyordum bile. Okulumda,
mahallemde Yahudi, Ermeni, Ortodoks, Kürt
olan arkadaşlarım vardı, hala da var. Ama onlarla ilişkilerimde,
dinleri, mezhepleri hiç aklıma bile
gelmezdi. Biz arkadaştık, komşuyduk.
Vaziyet
ortada: televizyon, gazete, facebook, twitter, nereye baksam felaket haberleri,
umutsuzluk sarmış her birimizi.
Hayatını
yitiren insanları, onların yakınlarının acısını içimde hissediyorum. Ben de
korkuyorum, kendimden geçtim çocuklarımı merak etmekten kafayı sıyıracağım
neredeyse. Hayat akıyor çünkü herkes işine gücüne alışverişine gitmeye devam
ediyor mecburen. Ama korkuyorum çünkü her
an her yerde, barış mitinglerinde bile korkunç bir şeyler yaşanabiliyor.
Ülkemiz de, insanımız da topluca depresyondayız.
Korkuyoruz, tedirginiz, umudumuzu kaybettik, nasıl kurtulacağız bu durumdan?
Nedir
suçumuz? Atamızı sevmek, onun ilke ve inkılaplarını benimsemek, doğru işleyen bir demokrasi ve hukuk istemek mi?
Seçime gittik,
halk oy verdi ve çıkan sonuçta belli ki bir şeyler değişsin istedi.
Bırakın
değişsin yahu, önümüzdeki seçimlerde de aynı sonuçlar çıkarsa yine yeni bir
kaosa daha mı gireceğiz?
Artık güzel
ülkemizde mutlu, huzurlu ve eşit haklarla yaşamak istiyoruz.
Bunun için
de sağlıklı düşünüp, küsmeyeceğiz, kaçmayacağız ve gidip oyumuzu vereceğiz.
8 Ekim 2015 Perşembe
Atarlı Bir Yazı
Nasıl mevsimler kendi değişimlerini yaşarlar, biz insanlar
da değişik mevsimlerimizi yaşıyoruz bence.
Ben çocukluğumdan beri kaç kere değiştim diye soruyorum
kendime, siz soruyor musunuz?
Tabii ki değişmeyen kemik şeyler de var ama, değişen düşüncelerim de oldukça fazla.
Mesela öldürseler
yapmayacağım dediğim, tahammül etmeye kendimi zorlamayacağım, açık açık
sevmediğim şeylerin listesi var artık.
Sekizden altıya aynı
ofiste sevmediğim bir işi yapamam artık.
Beni sıkan, mutsuz eden, enerjimi emen insanlara ve mekanlara
artık hiç tahammülüm yok.
Samimiyetsizlik sevmem.
İddiacılık sevmem.
Tarafsızlık sevmem.
“ay ben takım tutmuyorum, milli takımı tutuyorum” “ay ben hiçbir partiye, hiçbir siyasi görüşe
bağlı değilim” diyenle işim olmaz. Ne demek kardeşim, yaşadığın ülkende bir
görüşün olacak, okuyacaksın, dinleyeceksin.
Oy vereceksin.
Çağdaş olmayan hiçbir
şeye tahammülüm yok. Geri değil ileri
gidelim arkadaşlar. Adam çıkmış muya terliğin altındaki şekli Arapça yazıya
benzetmiş, Muhammed yazıyormuş, ama tersten bakınca. Eeee yani?!!!! İnsanlık için
dev adımlar atılıyor hanımlar beyler, bırakın bu safsataları.
Daha da ileri gideyim; parası olup da hala ölesiye çalışan insanlara
da tahammülüm yok. Paran varsa çalışma kardeşim, bırak ihtiyacı olan çalışsın,
ya da kendini paralama, uzun toplantı
saatleri, hafta sonu çalışmalar falan. Ne o hayatından memnun değilsin demek ki, evine
gitmek istemiyorsun demek ki, ofisinden ayrılamıyor musun? afiyetle ye, iç, gez, toz.
Ayrıca sadece İstanbul’da mı para kazanılıyor? Hele ki
köylerini, kasabalarını bırakıp gelenler, ne işiniz var kardeşim, büyük şehirde
saçma sapan işler yapıp sürüneceğinize, ekin bağınızı bahçenizi, temiz hava, doğal
yiyecekler, mis gibi yaşayın yahu. Badananızı yapın, çalınızı çırpınızı
toplayın, çimeninizi, çiçeğinizi ekin, temiz pak yaşayın.
Kızdırmayın oğlum beni, hadi görüşürüz ararım ben J
3 Ağustos 2015 Pazartesi
sıcaklardan bunalınca ne içelim?
Sıcak, çok sıcak, daha da sıcak olacakmış..
Yaz mevsimini sevmeyenler kulübünden biri olarak beni
fazlasıyla rahatsız ediyor bu sıcak havalar.
Çok şükür serinleme konusunda havuzdu, klimaydı idare
ediyoruz da, içimizdeki hararet için ne yapalım? Ben bu aralar farklı serinleten içeceklere sardım.
Şöyle ;
En başta en kutsal içeceğimiz su tabii ki. Ama ben her
zamanki gibi her şeyi şıklaştırmayı seven birisi olarak size bir öneride
bulunacağım. İster buzdolabında tutabileceğiniz
cam bir sürahi, isterseniz de termos kullanabilirsiniz. Buz gibi suyun içine birkaç
dal taze nane ve birkaç dilim limon katıp, 10 dakika bekledikten sonra gün boyu
severek tüketeceğiniz suyunuz hazır. Tercihen birkaç dilim salatalık da
koyabilirsiniz suyunuza.
Sabahla öğle arası kahve keyfini kim sevmez?!! Ben de severim
ama bu sıcaklarda tercihim soğuk kahve. Bunun için de size bir tarifim var. Nescafenizi
suyla hazırlayıp, buz kalıplarına dökün, kahveli buzlarınızı yine soğuk sütün içine
atın, buzlar sütün içinde erirken hem görsel şölene, hem de tadıyla damak şölenine hazır olun. Tercihen
nescafenizi hazırlarken içine bir miktar bailey’s de ekleyebilirsiniz.
Ben buzz gibi birayı tercih etsem de bazen frozen’lar da fena
olmuyor.
Öyleyse, işte sizin için hiç üşenmeden araştırıp denediğim bir kaç kokteyl tarifi :
3 yemek kaşığı cin
Yarım limonun suyu
1 çay kaşığı pudra şekeri
Soda
Cin, limon suyu ve pudra şekerini, şeker eriyene kadar buz
ile karıştırın. Bu karışımı yarısına kadar buz doldurulmuş uzun bir bardağa
boşaltıp, üzerine sodayı ekleyin. Sodayı tercihinize göre daha az da
koyabilirsiniz.
1,5 yemek kaşığı votka
1 dilim kavun
3 yaprak taze fesleğen
Malzemelerin hepsi blender’a atılır, sonra içine kırık buz
doldurulur. 3-5 dakika blender’da çırptıktan sonra şık bir kadehte servis
edilir.
Light Mojito
2 tatlı kaşığı esmer şeker
4 dilim limon
Birkaç dal taze nane
Esmer şeker, limon ve taze nane bardağın dibine atılıp iyice
ezilir. Üzerine bardağı dolduracak kadar light bira konulup, kırık buzla servis
edilir.
15 Temmuz 2015 Çarşamba
Bir Dilim Pastaya Ne Dersiniz? :)
Son yıllarda
spor yapmamak ayıp.
Spor
kulübüne gitmemek ayıp.
Yürüyüş
yapmamak ayıp.
Diyet
yapmamak ayıp.
Hemen hemen
herkes farklı bir diyet peşinde, kimi Karatay’cı kimi Dukan’cı.
Duyduklarımıza
göre kimimiz sadece protein yiyerek,
kimimiz kalori hesabı yaparak, kimimiz hamur işini ve tatlıyı keserek, kimimiz
de resmen aç kalarak bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.
Yemek yerken
artık bu kaç kalori, içinde ne var, yağı ve şekeri az mı diye sorgulamadan
rahatça yutamıyoruz. Ya da yedikten sonra ağır bir pişmanlık duygusuyla
somurtup oturuyoruz.
Ben de
kendimce dikkat ediyorum birkaç yıldır, ama şu herkesin diyet hali çok sıkmaya
başladı beni. Artık en sevdiğim tatlı şeyleri yerken kabus görüyorum, bel
kısmıma ne kadar yağ yerleşmiştir şimdi diye düşünmekten. Şeker bildiğin zehir çünkü. “Ekmek yemeyin
efendim” diye bağıran Canan Karatay görüntüsü en sevdiğim tereyağlı ekmeklere
hasret bırakıyor beni, çünkü buğday felaket!
Artık dostlarla,
arkadaşlarla yemek yemek de tatsızlaştı. Herkes diyet yapıyor. İçki içme keyfi de kalmadı, alkol ciddi bir kalori
kaynağı çünkü.
“Şimdi kilo almıyorsun belki ama gör bak menopoza girince nasıl şişmanlayacaksın “ diyen
arkadaşlar, televizyondaki neyi yemeli, neyi yememeliyizi anlatan beslenme uzmanları,
sürekli gözümüze sokulan iskelet mankenler kabusum oldu valla. Niye
şişmanlık kabus olsun ki?! İlla bize dayatılan şekilde mi görünmeliyiz?
Geçenlerde
bir haber vardı medyada, tam da bu konuyla ilgili. Amerika’da yaşayan genç
blogger bir kadın olan Michelle Thomas ‘a bir arkadaşlık sitesi aracılığıyla tanışıp
buluştuğu adamın yazdığı mektup. Adam mektupta, Michelle’in çok tatlı, çok komik, çok etkileyici bir kadın olmasına rağmen,
yeterince zayıf olmadığı için aşık olunabilecek bir kadın olmadığını belirtmiş.
Michelle de bu mektubu ve verdiği “şahane” cevabı tüm dünyayla paylaşmaya karar
vermiş. Bulun ve okuyun derim.
Sen kimsin
be adam? Bir kadına aşık olmanın tek kıstası neden vücut ölçüleri olsun?! Bu dünyada ne adamlar Brad Pitt, ne de kadınlar Angelina Jolie
olmak zorunda değiller. Hepimiz farklıyız ve farklılıklarımızla güzeliz,
toplumun dayattığı şekilde görünmek için kafayı yemişçesine diyet yapıp
kendimizi kahretmeyelim lütfen.
Tamam kendimize
dikkat edelim, formda kalalım, spor da yapalım ama abartmayalım lütfen. Bitsin bu
zayıflık derdi. Herkesin bir vücut yapısı var, bunu kabullenip, yemeyi
abartmadığımız sürece mutlu mesut yaşarız bence.
Bir de onu
sür, bunu sür var. Koruyucunu aman unutma yoksa öl daha iyi! Ay valla kabus gibi, inanın hiç koruyucu
sürmüyorum ben, korkmayın valla bir şey olmuyor.
Ne sürersen sür, ne yersen ye, ne kadar spor
yaparsan yap, yaşlanmanın engellenebileceğine inanmıyorum, işte o kadar.
7 Haziran 2015 Pazar
Umut
Bu yazıyı yazmaya başladığımda henüz seçim sonuçları açıklanmıyordu.
Ailecek garip bir gerginlik haliyle bekliyorduk sonuçları. Sosyal medyadaki plakasız araçlar, oyların çalınması ile ilgili söylentiler, sabahki umutlu halimizi silikleştirmeye başlamıştı bile.
Yine bir hayal kırıklığı mı yaşayacağız?
Bu soruyu çocukluğumdan beri iki olayda sordum hep. Birincisi Eurovision şarkı yarışması, diğeri de seçimlerin ertesi günü.
Her Eurovision dönemi hangi şarkıcı katılacakla başlayıp, arkadan beste, şov, kostüm, vs.. ile tüm milletçe yarışmaya hazırlanır, nihayet yarışma akşamı televizyonun karşısında kah çekirdek, kah tırnak yiyerek hezimetimizi yaşardık.
Ben yılmadan her sene “galiba bu sefer olacak” diye düşünür, sonrasında yine hayal kırıklığı yaşardım, bir çok insan gibi.
Seçimlerde de her seferinde,” bu kadar olay oldu, artık kesinlikle millet iktidara dur diyecek” diye umutlanıp, arkasından ağır bir hayal
kırıklığı yaşadım, yaşadık.
Vikipedi’ye göre hayal kırıklığı, insan beklentilerinin boşa
çıkması halinde ortaya çıkan bir duyguymuş. Bence berbat bir duygu, ama geçici
bir duygu olduğunu da öğrendim yıllar içinde. Buna rağmen insan yine de umut
etmeyi bırakmıyor işte.. Geçici bir duygu evet ama, hayal kırıklığının iyileşme
süreci de kişiden kişiye değişiyor. Allah saklasın hayal kırıklığının fazlası insanı depresyona
bile sokabiliyor. O yüzden sakin kalıp sabır gösterip, umudumuzu kaybetmemek en
önemlisi...
Yazıyı bitirene kadar sandıkların %85’e yakını açıldı ve sonuçlara
göre, bu sefer
umut hala var görünüyor..
2 Mayıs 2015 Cumartesi
Hakan Günday ve Kitapları
İlk olarak “Piç” adlı kitabıyla tanışmıştım Hakan Günday’la.
Boşluğun, kocaman bir hiçliğin sarsıcılığı müthişti benim için.
“Piçlerin bedenleri ve akılları, diğer insanlarınkinin aksine nasırlaşmaz. Onların nasırlaşan tek yerleri ruhlarıdır.”
Sonra diğer kitapları geldi, her kitabından sonra yenisine
bunu da sever miyim kuşkusuyla başlayıp, kanarcasına okudum hepsini..
“Sen de fark ettin mi? Az dediğin, küçücük bir kelime.
Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle
yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de
yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında.”
Bir kitap hem bu kadar bunaltıcı ve sıkıcı, ama aynı zamanda da hem büyüleyici ve sürükleyici olabilir mi?
İşte Hakan Günday’ın hikayeleri aynen böyle. Okuyucuyu dibe,
en dibe gönderiyor cümleleri.
Koca bir hiçlik!
Anların farkındalığı!
Her insanın içinde var olduğuna inandığım karmaşa!
Deliliğin sınırları!
Karanlık tarafı ağır, sahiciliği ağır!
Size önerim yazarın ilk kitabı “Kinyas ve Kayra” dan
başlamanız. Ben bu kitabı sona bırakmışım.
Harika bir kurgu var kitapta. Tek kelimeyle bayıldım. Tüm kitaplarında
olduğu gibi altı çizilmedik cümleler ve
paragraflar kalmadı gibi.
“Hayat ölene kadar hissedilen zevklerden, çekilen acılar
çıkarıldığı zaman geriye kalandır.”
“İçi ne kadar doldurulursa doldurulsun, yine de hafiftir
hayat. Çünkü altı deliktir. Delikse ölümdür. Bütün kazançlar bu delikten kayıp
gider.”
İyi okumalar J
7 Mart 2015 Cumartesi
Film Önerisi; "8 Saniye"
En çok
biyografileri severim. Kitap olsun, film olsun, gerçek hayat hikayeleri hep
ilgimi çekmiştir. Yaşanmışlıklardan çok şey öğrenebiliriz, farkındalıklar
yakalayabiliriz diye düşünürüm.
Bu yüzden
vizyona yeni giren “8 saniye” filmi hemen dikkatimi çekti. Berlin’de doğup
büyümüş bir Türk kızının ilginç hayat hikayesinin filmi olması, ayrıca bizzat
bu hikayenin sahibinin filmde kendisini oynaması da beni bu filme çekti.
Filmin
senaryosunu yazan ve kendisini oynayan Esra İnal’ın ilk oyunculuk denemesi
olduğuna inanmak güç. Oldukça zor sahnelerin hakkını vermiş, çok doğal ve çok
başarılıydı. Kıza çok sempati duydum. Bunun iki sebebi var; birincisi filmin
kahramanı Esra’nın, Almanya’da doğup büyümüş ve hala orada yaşayan dayımın kızı
kuzenime olan aşırı benzerliğiydi. Hem tipi benziyor, hem de o Almancı
Türklerin kendilerine has konuşmaları. İkinci sebebi ise benim de Esra gibi
rüyacı olmam.
Esra küçücük
yaşlarından itibaren haberci rüyalar gören bir kız, rüyalarında ona eşlik eden
ve yol gösteren gizemli bir arkadaşı var. Gerçek yaşamında da algıları çok
açık, hisleri çok güçlü, bu yüzden de bir süre sonra rüyalar alemiyle gerçek
alemi karıştırmaya başlıyor. Doğal olarak da bunlardan çok etkileniyor ve
korkuyor.
Diğer yandan
çok sıcak ve anlayışlı kocaman bir ailesi var. Buna rağmen Esra’nın Almanya’da
yaşayan Türk ve Müslüman bir kız olarak varoluş çabalarını, örf, adet ve kültür
karmaşalarını da izliyoruz. Bir yandan onu çok yoran ve etkileyen rüyalarıyla
mücadele eden, bir yandan da erkek baskısından uzak özgür bir yaşam sürmeye
çalışan Esra’nın çıkış yolu aramasını anlatıyor film.
Hem komik
hem hüzünlü hem de öfke dolu bir yaşam hikayesi.
Çekim
planları, görüntüler çok başarılı, Ömer Faruk Sorak şahane bir film yapmış. İç
sahneler de dış sahneler de çok görkemliydi, hele ki rüyalar alemi beni benden
aldı.
Yan
rollerdekiler de çok iyi seçilmiş, harika oyunculuklar sergilenmiş.
2 Mart 2015 Pazartesi
Konuşamadığımız Birikmişler
Zamanında söylenmemiş, biriktirilmiş cümleler
bir gün gelir ilişkilerinizi etkiler. Söylenmemiş cümleler,
biriktirilmiş
konular arka odalarımızda üst üste yığılırlar.
Sonra bir gün o biriktirdiklerimiz öyle çoğalırlar ki, sığamazlar konuldukları yere ve bunun
sonucu meydan gelen patlamalar da yanlış
zamanda ve yıkıcı şiddette
olur.
Kinden var olmuş
yanardağ, eninde sonunda patlar ve savrulur
sözler kızgın lavlar gibi, yakar geçer insanları. Bazı sözler lavdır, bazıları
kurşundur, yakar, ağır yaralar, sonsuza dek kanatırlar. Üstelik
ağızdan çıkan lafları artık geri alamazsınız. Laf edilen de yaralanmıştır, acımıştır
canı, uyuyayım uyanayım geçecek olmaz artık. Ne zaman siler bunu, ne de dilenen
özürler.
Bir sürü atasözü ve kişisel
gelişim zımbırtıları var bu konu hakkında;
konuşmadan önce düşünmeyi, beklemeyi öğütleyen.
Cümleler böyle acıtabilirler tamam ama bunun karşılığı
susmak mıdır?
Konuşulsun
mu susulsun mu?
Bence konuşulsun,
biriktirilmesin, ama üslubuyla söylensin, kavga etmeden, bağırmadan, terbiye sınırlarını aşmadan, kırıp dökmeden, dallandırılıp
budaklandırılmadan söylensin ki söylenmemişler,
içine attığımız odalarda kine
dönüşmesinler.
Söyleyeceğini
karşısındakini incitmeden söyleyebilen çok
az insan gördüm.
Benim canım babacığım
tam da bu işin erbabıydı.
Sitemini öyle tatlı yapardı ki, ne o içinde tutar üzülürdü, ne de karşısındaki incinirdi. Böylece de o sıkıntı
veren konu uzamadan hallolunur, kapanır biterdi. Birisine bir iyilik yapacaksan
da, borç vereceksen de öyle yapacaksın ki karşındaki
insan ezilmeyecek derdi.
Bir de kiminle konuştuğun da çok önemli tabii. Bazen karşındaki seni hiç dinlemez, hep kendi
bilir, söylediklerin kulaklarına ulaşamaz
bir türlü. Kendi haklıdır, kendi bilir, hep kendi dedikleriyle çevrilidir, aşamazsın, anlatamazsın derdini.
Yorulursun vazgeçersin.
Elbette kırılmışlıklar,
incinmişlikler söylenmeli biriktirilmeden, ama
bunu yaparken de kırıp dökmeyeceksin etrafı. Üslubuyla konuşacaksın, tartışacaksın, içini de kafanı da boşaltıp konuşacak
ve rahatlayacaksın ki, huzurla ilişkilerine,
arkadaşlıklarına devam edeceksin.
Biriktirilmiş kızgınlıklardan,
hesaplardan uzak, adil, huzurlu ve tertemiz günlerimiz olsun hep.
24 Şubat 2015 Salı
Günümüz Aşklarına Dair
“Hayır Esra hanım yanlış anladınız, ben Kerem’le Serhat’ı beğeniyorum
ama hoşlantı yok , sadece face’den yazışıyoruz, ama kesinlikle hoşlantı yok.”
Paravan açılır kendisine gelen erkek aday için kadın; “Olumsuz Esra hanım, çünkü bıyığı var, ben kesinlikle bıyıksız olsun demiştim.” Erkek aday; “Siz isteyin, şu anda jilet getirin burada keserim bıyıklarımı.” Kadın; “Gerçekten keser misiniz?” Adam “Evet keserim.”Kadın; “Olumsuz Esra hanım”
A be kadın madem olumsuz diyeceksin neden keser misin diye
soruyorsun adama???????!!!!!!!!
A be adam sen de bir kere gördüğün kadın için niye tipinden
vazgeçiyorsun?!!!!!!!
“Çok mutsuz ve umutsuzdum Esra hanım, ama 2 gündür ekranda
Nuray hanımı seyrediyorum, yeniden hayata tutunma nedenim oldu. Aşık oldum.”
“Cansu’ya çok aşığım, onu çok seviyorum, ama biz birlikte
olamayız, bana kızabilirsiniz ama açıklayamayacağım şeyler var.”
Kız ağlar, herkes yorum yapar; “Besbelli aşıksınız
bitirmeyin bu güzel ilişkiyi” (bu aşkın başlangıcı 1 hafta önce bu arada)
vesaire vesaire...
Sonrasında iki taraf ta adaylarını aramaya devam kararı
alırlar!!!!!!
Yahu hani büyük aşk?! Engeller varsa tamam ama biraz aşkın
acısını yaşayın, kafanızı toparlayın, aradan biraz zaman geçsin, ondan sonra yeni
adaylar arayın.
Bir de bu olaylara tanık olup, ertesi gün bunlara aday
gelenler var!!!!!!!!!!!!!!!
Yahu bu adam ya da bu kadın dün başka birisine aşıktı, dün, yani 1 gün önce...........
Stüdyoya bir çiçek gelir; kalp kutu içinde kırmızı güller,
kutunun üzerinde elinde kalp tutan bir ayıcık, bir de iki adet alyans var. Şimdi
herkes bu çiçeğin bir kadına geldiğini düşünür değil mi? Hayır efendim bu
alengirli çiçek bir erkeğe bir kadın tarafından gönderilmiştir ve içinden çıkan
kartta yazan yazı öldürücü darbeyi indirir ; “Evlilik aşkı öldürür derler,
benimle ölmeye var mısın?)!!!!!!!!
İki günlük aşklar, sonrasında doğan nefretler, hemen
arkasından yeni arayışlar. “Ali olmazsa veli” durumları.............
Evet bunlar malum evlendirme programlarında geçen
diyaloglar, bu adı geçen insanların yaş aralıkları ise 19-26 yaş.. lisede hatta
ortaokulda yaşamaları gereken şeyleri namus, töre, adap yüzünden yaşayamamış,
ama ekranda adı “evlendirme programı” olan sözüm ona güvenilir bir mecrada “namusları”
ile eş arıyorlar.
Hepsi bu hayatta çok şey yaşadıklarını söylüyorlar, hayatta yaptıkları
hiç bir şeyden pişman değiller, (o yüzden de hatalarından ders alamamışlar)
oradan buradan okudukları sözlerle felsefe yapıyorlar. Hiçbiri çalışmıyor,
her gün boş boş ekranda oturup eş adayı bekliyorlar. Program ekibindeki
kuaförler her gün saçlarını yapıyorlar, makyajlarını yapıyorlar diye
kendilerini olduklarından güzel görüp, özgüven patlaması yaşıyorlar, burunları
büyüyor ve bir anda kendilerini bulunmaz hint kumaşı kademesine çıkarıp, her
geleni reddediyorlar, arkasından loca arası skandalları falan filan...
Ah Türkiye gençliği, 20 li yaşlarda neyin paniği bu? Evlenmek
için bu ne acele? Hiç alt yapı yok, o taze beyinler, kendilerini
geliştirecekleri yere boş boş oturup eş adayı bekliyorlar işte....
14 Şubat 2015 Cumartesi
SEVGİLİLER GÜNÜ
Bugün sevgililer günü.
Bir çok kimsenin aksine ben çok seviyorum özel günleri.
Kapitalist düzen tarafından halkın para harcaması için icat edilen günler
diye düşünmem, heyecanlanırım, günler öncesinden özel bir şeyler yapmak için hazırlanırım.
Asla unutmam, atlamam, boş vermem.
Bence bu özel günler, ilişkileri, aşkı canlı tutar.
Yıllar önce 90’lı yıllarda, İzmir’de yaşarken, bir 14 şubat
sevgililer günü öncesi yine heyecanlanmış ve araştırmalara başlamıştım. O yıllarda,
hele ki İzmir’de kutlanan bir gün değildi sevgililer günü. Alsancak’ta ithal
mallar satan bir dükkan bulmuştum. Sevgililer günü için sevgilime hediye arıyorum dediğimde dükkanın sahibi o
kadar mutlu olmuştu ki, neredeyse sarılıp öpecekti beni. İlk defa bu talepte
bulunan birisiye karşılaşmış çünkü.
Çalıştığım şirketteki arkadaşlarıma da aşılamıştım bu
heyecanımı ve bir keresinde oturup kartondan
kalpler yapıp içlerine de Happy Valentine’s yazmış, eşlerimize sevgililerimize
hediye etmiştik.
Hem düşünsenize kapitalist düzen müzen, her ne halt ise,
onun sayesinde etraf nasıl da güzelleşiyor. Her yerde kalpler, çiçekler, kocaman
kırmızı fiyonklar, sevgili figürleri, ben bayılıyorum valla..
Ayrıca bu güzel duygular beynimizdeki öyle şahane hormonları
artırıyorlar ki, hiç antidepresanlara da gerek yok J
Eşimle neredeyse 30 senedir evliyiz, ama asla monoton
değiliz. Bazen bunun formulünü soruyorlar. Herkesin mutluluk formülünün farklı
olduğunu düşünüyorum ama, benim formulüme gelince, özel bir formül yok, doğalım
ben, bilinçli, programlı değil hislerim. Sadece önem veriyorum, emek veriyorum,
süslüyorum ilişkimi, sedece eşimle değil, çocuklarımla, kedimle ve de
arkadaşlarımla da böyleyim. Her buluşma şölendir benim için.
Sevgilisi olan olmayan, her türlü sevgiyi kutsayan herkesin sevgililer günü kutlu olsun J
6 Şubat 2015 Cuma
Bir Film Tavsiyesi : Düşes
Geçenlerde Digitürk’te film kanalları arasında dolanırken
bir film ilgimi çekti, kayda aldım daha sonra ailecek izleyelim diye.
Filmi izledikten sonra öğrendim
ki; Düşes, Amanda Foreman'ın 18. yüzyıl İngiliz aristokratlarından Devonshire Düşesi Georgiana Cavendish hakkındaki
biyografisinden uyarlanmış.
Fakat işin
benim ilgimi çeken magazinsel özelliği,
düşesin, bizim masum prenses Diana’nın
akrabası olması. Prenses Diana, Georgiana'nın ailesinin soyundan geliyormuş, yani Georgiana'nın abisinin torununun
torununun torunu, daha da gider bu böyle.. Georgiana'nın evlenmeden önceki
soyadı da Spencer zaten.
Ayrıca prenses
Di’nin eltisi Sarah Ferguson da
Georgiana'nın Charles Grey'den olma gayri meşru
kızı Eliza'nın soyundan gelmekteymiş,
yani o da Georgiana'nın torununun torununun torunu .. Bilindiği üzre bahtsız Sarah'da aynı Eliza gibi
kraliyet ailesinden hiç bir zaman kabul görmemiştir.
Demek ki kaderleri böyleymiş.
Filmde Georgiana'nın aşığı olan ve sonradan İngiltere'nin başbakanı seçilen Charles Grey’in de bir hikayesi var; Bizim düşes
çaya çok düşkünmüş, özellikle de bergamot aromalı olanlara,. Earl de İngiltere’de dükler için kullanılan bir
lakapmış. Daha sonradan bu çaya Grey'in ismi
verilmiş ve hepimizin bildiği meşhur
Earl Grey çayı meydana çıkmış.
Film o dönemdeki erkeklerin, özellikle de zengin
olanların üstünlüklerini anlatıyor. Kadınlar ise bu dünyada adeta şaşaalı baloları süsleyen dekorlardan bir
parçalar. Doğal olarak da kadınlar
yalnızlaşıyorlar, kısıtlandıkları ortamda özgürlüklerini
yaşayamıyorlar.
Filmde düşesin diğer
kadınlardan farklı olarak sınıfsal baskıdan ve kısıtlanmışlıktan kaçış çabasını izliyoruz. Bu da Spencer
kadınlarının kaderinde varmış
demek ki J
22 Ocak 2015 Perşembe
Kopya Meselesi
Geçenlerde kuzenlerle lise anılarımıza daldık ve
kopya çekme üzerine hepimizde ne çok anılar varmış
şaşırdık ve çok eğlendik.
İçinizde
hiç kopya çekmeyen var mı arkadaşlar?
Çok hergelece bir heyecanı ve de keyfi vardır kopya
çekmenin. Kopya çekmek bazılarına tembellik, üç kağıtçılık, sahtekarlık ya da kolaya kaçma gibi gelse de aslında beceri ve yaratıcılık gerektiren bir
sanattır. Soğuk kanlılık, zeka, gözlem gücü ve dikkat gerektirir.
Çok yaratıcı kopyacılar gördüm ve duydum. Kızlar genellikle bacaklarına yazarlardı, eteğini yukarı sıvayıp çaktırmadan bakarlardı. Oğlanlar daha çok çoraplarına ve ayakkabılarının altlarına kopya kağıtları koyarlardı. Minnacık kağıtlara minnacık yazılır, gömlek kollarına saklanırdı kopyalar. O kadar minik kağıtlara bin bir zahmet çekerek, minnacık harflerle o yazıyı yazarken harcadığı emeği çalışmak için harcasa, kesin daha az yorulur insan.
Bir de sınıfta en çalışkan olanın civarına oturmak kopya almak için çok önemliydi. Sevecen olan çalışkanlar kopya verirler, ama kötü huylular kağıtlarına kapanırlar çatlatırlar insanı.
Kağıdı tıpatıp aynı olanları da gördüm, tabii olarak hocalar hemen çakarlardı durumu. Bir de buz gibi kopya çekip, bunu inkar edenler vardır ki bence en sevimsizleri onlardır.
Kopya çekerken yakalanan bahtsızlara ne demeli?
Bu
olay kimini hiç etkilemez, sırıta sırıta çıkar sınıftan, kimini de çok etkiler.
Bir keresinde oğlum
ilkokulda ingilizce dersinde elektronik sözlükten kopya çekerken yakalanmıştı da 1 hafta ağlamıştı yavrum. Şimdi ise keyifle anlatıp eğleniyor o olayı.
Ben de çok olmasa da yaptım valla, ama ben çok
korkardım ve hemen yüzüm kızardığı için dikkat çekerdim, buna rağmen kopya çekmenin ayrı bir keyfi
olduğunu bilirdim.
Az da olsa, pek beceremesem de iyi ki kopya çekmişim ve de kopya vermişim.
Hala da kopya çekmeye ve vermeye devam
ediyorum. Tabii artık okul dışında J
Nerede, ne zaman güzel, farklı ve çılgınca bir şey görsem kopyalıyorum ve arkadaşlarıma da veriyorum. Yemek tarifi olsun, örgü modeli olsun,
dekorasyon olsun fark etmez. Öğrenilen
veya bir yerde görülen güzel ve ilginç şeylerin paylaşılması ve yayılması çok güzeldir.
Tek şartım var, o da kopya
verenin ben olduğum
unutulmasın!
J
Kaydol:
Yorumlar (Atom)



















