29 Aralık 2014 Pazartesi

Gerçekten Nasılsın?


Hepimiz her gün bir koşuşturma halindeyiz. İş hayatı, okul hayatı, ev hayatı hepimize bir rol biçmiş, biz de gereğini yapıyoruz işte..

Akşam olunca bir araya gelip hatırlaşıyoruz; “Hoş geldin, nasılsın? Günün nasıl geçti?” diye. Sonra yine herkes bir tarafa dağılıyor, hepimizin elinde akıllı bir alet, kah ona kah televizyona esir oluyoruz. Beraber otursak da, aynı filmi seyretsek de, birbirimizle az konuşuyoruz.

Nasılsın sorusuna cevabımız; iyi işte, uğraşıp duruyoruz'un ötesine geçmiyor. Hiç düşündünüz mü kaçımız en yakınımızdakinin bile gerçekten nasıl olduğunu merak edip, derine inebiliyoruz?

Bunları bana düşündüren oğlum oldu. Geçen akşam beni odasına çağırdı,.Ben yine yapacağım işlerin telaşında, asılacak çamaşırlar, boşaltılacak bulaşık makinesi, katlanacak çoraplar vs.. gittim yanına “Ne zamandır konuşmuyoruz anne, gel biraz sohbet edelim” dedi. Ben önce ayakta “Anlat bakalım ne oldu?” modundaydım, sonra oturduk yan yana yatağına. Önce ondan hoşlanan bir kızdan bahsedip, fotoğraflarını gösterdi kızın. Sonra onu çok kıran ve konuşmadığı bir arkadaşının nasıl özür dilediğini ve yeniden arkadaş olduklarını, yıllardır ona takmış, onu paylaşamayan, her fırsatta canını sıkan bir arkadaşıyla ilgili hislerini, artık onu taşıyamadığını, ilişkisini sadece selamlaşma aşamasında bırakacağını bir psikolog edasında anlattı. Başka bir arkadaşıyla arasında geçen yanlış anlaşılma olayını konuşarak çözdüklerini, sınavlarından, zorlandığı derslerinden bahsetti. Babasıyla takışmalarının onu üzdüğünü, bazen kendisini tam ifade edemediğini anlattı.

Şu anki edebiyat öğretmeni sayesinde ilgilenmeye ve sevmeye başladığı şiirden bahsettik biraz. Rastgele şiirler okuduk başucundaki şiir kitaplarından.

Sonra benim nasıl olduğumu sordu, yeni kaybettiğimiz dedesini onun da çok özlediğini, onun şimdi çok güzel bir yerde olduğunu, bizi izlediğini, benim çok üzgün olmamı anladığını ama çok ağlarsam onun üzüleceğini söyleyerek bana sarıldı.

Her anne gibi her zaman gurur duyduğum oğlumla, bir kere daha büyük gurur duydum. Sevgi dolu kocaman bir kalbi var, çok vicdanlı, çok duygusal, çok barışçıl, çok hoşgörülü ve çok naif bir genç benim oğlum. Bazen keşke bu kadar duygusal olmasa diye düşünüyorum, umarım önüne onu anlayan, onu üzmeyecek insanlar çıkar her daim.


Arada sırada en yakınımızdakilere bile gerçekten nasılsın demeyi ihmal etmeyelim, konuşalım, dinleyelim, anlatalım, görün bakın kendinizi çok iyi hissedeceksiniz J

8 Aralık 2014 Pazartesi

Yine Yeni Bir Yıl


Artık beni tanıyanların ve burada yazılarımı okuyanların bildikleri üzere en sevdiğim mevsim kış mevsimidir. Yılın en sevdiğim dönemi ise yeni yıl öncesi hazırlıklarıdır. Süslü vitrinler, ışıklar, süslü çam ağaçları, noel baba, geyikler ve tabii ki bembeyaz kar büyüler beni, çok mutlu hissettirir.

İşte yine bir yeni yıl arifesindeyiz. Ama ben tam olarak mutlu hissedemiyorum kendimi, çünkü 2014 yılında babamı kaybettim ben, onsuz geçecek ilk yılbaşı olacak bu sene benim için. Bu büyük kayıp dolayısıyla mutlu hissedemiyorum bu sene. Canım çok yanıyor, çok özlüyorum onu.

Nişantaşı’na gittim bu gün, orası da benim gibiydi, ışıksız, süssüz, benimle beraber yas tutar gibi.. Süsleyeceklerdir mutlaka ama geçen senelerde bu tarihlerde süslenirdi çoktan o sokaklar. 

Geçen sene yılbaşı öncesi kuzenlerle beraber gittiğimiz geleneksel Nişantaşı gezimizde yerel bir TV kanalı röportaj yapmak isteğiyle durdurmuşlardı bizi yolda. Benimkiler beni öne sürmüşlerdi sözcü olarak. Ben de “bu sene artık ilk sırada  para istiyorum, para, para, sağlık ve mutluluk sonra gelir” demiştim.

Aylar sonra babamın sağlık problemleri başladığında anladım ki, ilk sırada her zaman sağlık olmalıydı.Tabii ki para sağlıkta da önemliydi ama hiç bir şekilde parayla sağlığınızı geri alamıyorsunuz. Siz ya da canınızdan biri hastayken, gözünüz dünya malını hiç görmüyor. O yüzden demişler demek ki, arada sırada hastahane ve mezarlık ziyaretine gidin diye.

İşte bu yüzden sağlığınızı kaybetmeden değerini bilin, dünya hırslarına kapılmamaya çalışın ve her zaman önce sağlık, sonra huzur ve mutluluk dileyin. Bereket de dileyin tabii ama en sonda dileyin.


Canım babacım benim üzülmeme hiç dayanamazdı biliyorum, o yüzden onun için yılbaşında mutlu hissetmeye çalışacağım, ona bol rahmet, ailem ve tüm sevdiklerim içinse bol sağlıklı yıllar dileyeceğim.


18 Kasım 2014 Salı

Babam, babişkom, canım...




 Babişkom, babacım demek arnavutçada. Babamın babası Arnavut olduğundan girmiş dilimize. Ben çocukluğumdan beri babişkom derdim babama..


Beni, bizi bırakıp gitti babişkom. Onu kaybetmek en büyük korkumdu çocukluğumdan beri. O ne zaman seyahate gitse, sağ salim dönsün diye dua ederdim delice.. ama gitti işte. O hayat dolu, enerjik, pozitif, yaşamı çok seven, keyif adamı babişkomu ciğerleri mahveti. 15 yıl önce bıraktığı halde, 50 yıl içtiği sigara yapacağını yaptı işte babişkoma. İçten içe eridi, zayıfladı, nefesi tükendi, artık yemek bile yiyemedi, hiç bir zaman ayağına üşenmeyen babişkom halsizlikten yürüyemedi bile.. Çok sevdiği beşiktaşının maçını bile seyredemedi oturup..


Tek tesellim ıstırabının dinmesi.. O özgür, genç ruhunu, ciğerleri tükenmiş bedeni taşıyamıyordu artık. Hasta bedenini bıraktı, artık acı, ağrı, sızı hissetmiyor. Hiç bir yere gidemeden, yemek yiyemeden,  yatarak yaşamak istemezdi hiç..

Herkesin babası özeldir, şahanedir. Benim babam da benim için öyleydi. Aramızda şahane bir ilişki vardı. Onu deliler gibi severdim, o benim arkamda kocaman bir dağ gibiydi. Hastalandığımda kazık kadar kadınken bile o götürürdü beni doktora. İş görüşmelerine bile o götürürdü beni. Üzülmeme hiç dayanamazdı. Bir baba hiç mi kızmaz çocuğuna? Onun çözemeyeceği hiç bir sorunum olmazdı, ne olursa olsun benim iyi olmam önemliydi onun için, gerisi düzelirdi nasıl olsa.. hiç bir zaman “hayır”, “olmaz”,” param yok” demedi.


Harika bir baba olmanın yanında harika bir dedeydi. 2 çocuğumda da emeği çok büyüktür. Onların şu andaki güzel ve sağlam karakterlerinde büyük katkısı vardır. Hep sevgi verdi, hep sevgiyi öğretti onlara. Çocuklarımın arkadaşları bile çok severlerdi onu, süper dedeydi onun adı..

Benim sevdiğim kadar herkes çok severdi onu, kimseye küsmez, kin nedir bilmezdi. Cenaze merasiminde askerin tuttuğu resmini öpen ve okşayanlar vardı, tanımadığım bir sürü insan başsağlığı diledi, onunla ilgili şahane anılar anlattılar. Hep gurur duyardım onunla zaten ama daha da gururlandım.

Hastalığında hep yanında olmaya çalıştım, yanaklarını, ellerini öptüm hep, sürekli “seni seviyorum” dedim, “beni seviyor musun?” diye sordum, o da beni öptü, sarıldı bana.. ama doyamadım ki!. canım canımın içi eşsiz, bir tanecik babişkom benim.


Onu çok özlüyorum, canım çok acıyor, bu özlemim gittikçe büyüyecek biliyorum ve Allahtan kendime sabır diliyorum.


Canım babişkom seni çok seviyorum.

7 Ekim 2014 Salı

Bir Film ve Düşündürdükleri


Geçen gece bir film izledim digitürkte. 2010 yapımı bir Woody Allen filmi; “Uzun Boylu Esmer Adam”. Orijinal adı ; “You Will Meet a Tall Dark Stranger”.

Bu filmde Allen, altı farklı karakterin birbirlerine bağlanan karmaşık hikayelerini çok güzel anlatmış. Evliliklerde çiftler arasında yaşanan sorunların çeşitliliği, kişisel tercihler ve seçimler, karakterlerin yaşadıkları panikler, iç dünyalarındaki karmaşalar şahane diyaloglarla anlatılıyor.

Karakterlerden ikisi orta yaşı geçmiş, yaşlılığın başında olan bir çift. Erkek (Anthony Hopkins) yaşlılığı reddediyor ve genetik olarak da şanslı olduğunu düşünüp kendisini sağlıklı yaşama adıyor. Koşuyor, fitness yapıyor, saçını, giyim tarzını değiştiriyor. Bunların sonucunda da gönlünü kendisinden yaşça oldukça küçük, sözde oyuncu, servet avcısı bir kıza kaptırıyor, en çok istediği de bebekken kaybettiği ve karısının bir daha doğurmayı reddettiği bir erkek evlat sahibi olmak. Karısı ise yaşlılığı sorgusuz kabul eden, kocasıyla aynı yolda yürümeyi reddeden, kendisini bir falcıya ve içkiye vurmuş bir kadın. Kendi yaşında bir adamla tekrar evlenip yaşlılığını yaşamak istiyor.

Diğer karakterler bu çitin kızları (Naomi Watts) ve onun kocasının evlilikleri de başka sebeplerden çatırdıyor. Çoktan bitmiş sevgilerini, çocuk yapmaya çalışarak kör topal yürütmeye çalışıyorlar. Adam yazdığı tek kitapla meşhur olmuş, bir daha üretememenin sancıları içinde, karşı apartmanda pencerede gördüğü bir kadına aşık oluyor. Kadın ise sanat galerisi sahibi yakışıklı patronuna (Antonio Banderas) aşık oluyor.

Film Woody Allen’ın uzun diyaloglarıyla, karakterlerin yaşadıklarının kontrolden çıkmasıyla, trajikomik olarak ilerliyor, sonunu da filmi bulup izleyin bir zahmet J

Gerçek hayatta da buna benzer şeyler yaşanıyor ama bizde farklı olan, bu sebeplerin bizim ülkemizde kolay kabullenilip, kolay sindirilemez oluşudur. Düşünsenize, yaşlı adama “azmış”, “kırkından sonra azanı teneşir paklar” tarzı saldırmalar olmaz mıydı?!  Genç çiftten kadın olan evliyken başka bir adama aşık olduğu için namussuzlukla itham edilmez miydi? Erkeğin elinin kiri olurdu sadece!

Woody Allen’ın absürd komedi tarzındaki filmini ailece keyifle izledik, tavsiye ederim efendim J


5 Eylül 2014 Cuma

Masum Değiliz Hiç Birimiz

Geçen gün bir mağazada, ödeme sırasında bekliyordum. Önümde bir anne ve tahminen 6 – 7 yaşlarında bir kız çocuğu var. Kızın bir arkadaşına doğum günü hediyesi almışlar. Bir çizgi film kahramanının bornozunu, üzerinde aynı kahramanın resmi olan çok sevimli de bir paket yaptırdılar. Kız paketi eline aldı ve; “Buse ne kadar şanslı değil mi anne?Hediyesi çok güzel” dedi. Bu çok tatlı  ve masumca yorumu beni güldürdü ve de geçmişe götürdü.

Ben de aşağı yukarı o yaşlardayken bir arkadaşıma doğum günü hediyesi almıştık babamla. Ankara’daydık o zaman, ve ordu evinden almıştık hediyeyi. Çok şahane, rengarenk bir su değirmeniydi. Büyük bir ihtimalle normal plastik bir oyuncaktı ama o yaşımda bana muhteşem görünüyordu. Ben de hediye paketi elimdeyken, yukarıda bahsettiğim küçük kız gibi, babama; “Arkadaşım çok şanslı değil mi? Bayılacak hediyesine, bana gelse bayılırdım” demiştim. Bir tane de bana alınsın çok istemiştim ama söyleyememiştim babama.

Çocukluk masumiyeti  işte, ne kadar güzeldir, ne kadar sıcaktır.
Masumiyeti saf doğrudur,durudur ve temizdir.
Masumiyeti saf neşedir.
Masumiyeti saf merhamettir.
Masumiyeti saf iyiliktir.
Masumiyeti mahcuptur, ürkektir, çekingendir.
Masumiyeti mütevazidir.

 Büyüdükçe kirlenen hayatlar karşısında  ne kadar samimidir masumiyet.  Rekabet,iki yüzlülük, para pul peşinde koşmak, mal mülk edinme sarmalındaki güvensiz hayat yavaş yavaş zehirler bizi, yavaş yavaş kaybederiz masumiyetimizi. Sistem böyledir çünkü, acımasız çarkları arasında yoğuluruz sürekli.  Ama vicdanlıysak eğer üzülürüz kaybettiğimiz masumiyete. Öpünce geçer derlerdi ya büyüklerimiz, inanırdık ve geçerdi. İşte yine biri öpsün de geçsin isteriz. Bazen de döneriz içimizdeki çocuğun masumiyetine.


 “İçindeki çocuğa sarıl, sana insanı anlatır.” demiş Sezen Aksu ya işte öyle..


27 Ağustos 2014 Çarşamba

kusma hikayeleri :)

Çok merak ettiğim bir şey var, filmlerdeki tuvalete kusma sahneleri sizi de rahatsız ediyor mu? Geçen gün oğlumun playsation oyunundaki banyoda geçen kavga sahnesinde klozete kafası giren adam görüntüsü bile benim sinir sistemimi etkiledi. Tabii ki klozete kusacaksın ama, o kafa tuvaletin içindeki görüntü çok fena değil mi?!

Hemen hemen herkesin başından böyle bir şey geçmiştir ve herkesin bir kusma hikayesi vardır. Benim var valla, hem de bir değil, bir kaç tane hikayem var, ama klozete değil J

Tabii ki çok kusmuşumdur bebekken ve çocukken, ama çocukluktan hatırladığım tek olayım, kuskus yedikten sonraki kusmam olmuştur. Unutmak mümkün değil ve tabii ki artık bana kuskusun ne hatırlattığını söylememe gerek yok.

Çocukluktan sonra hatırladığım ilk kusma hadisemi balayında yaşadım. Balayımızın ilk günü güneşe hasret kertenkeleler misali bodrum sıcağında uzanmışım şezlonga, şair beni kıskanır diye şarkı mırıldanırken, bir güzel güneş çarpmış beni, akşamına yüksek ateş ve baygın bir halde otel odasında geçen 2 günün ardından kendimi biraz iyi hissedip, benimle 2 gün 2 gece elinde cin toniği ve dergileriyle odaya hapis olan zavallı kocam için gayret gösterip giyinip odadan çıktım. Gümüşlük’te balık yemeğe karar verdik. Bilen bilir Gümüş’lüğün yolu yılan misali kıvrıla kıvrıla döner. Bu benim midemi biraz bulandırdıysa da ses etmedim, pes etmedim. Şahane bir masaya oturduk, deniz ayaklarımıza değiyor, güneş Gümüşlük adına yaraşır şekilde batıyor, Ümit’cim şahane mezeler söyledi ve beni heveslendirmek adına, bana tattırmak için mezelere batırdığı çatalını “hadi canım başla, bak çok lezzetli” diye uzattığı anda, ben bildiğiniz öğürme sesiyle beraber ortaya kusuverdim. (Allahım yazarken bile utançtan terledim) Nasıl kastıysam artık rol yapmak için, çatal ağzıma değer değmez patladım demek ki J

Bu olaydan sonra çıktığımız her tatilde hastalandım. Şaka değil, gerçek J Yine bir bodrum tatilinde banyoları otelin ortak oturma alnına bakan bir otelde yüksek sesli bir performans sunmuştum. Sabah geçmiş olsun dilekleri alırken nasıl utandığımı unutamam.

Bu olaydan sonra sessiz bir şekilde kusmayı öğrendim. Buna örnek de bir parti ortasında bu eylemi gerçekleştirmiş olmam. Tabii en yakınımdaki Ümit’çiğime olanlar oldu.  Beyoğlu’nun o efsane virane binalarından birinin son katındaydı parti. Binanın köhneliğinin aksine, şahane bir sanat galerisine çevrilmişti son kat.  Enfes atıştırmalıklar, dj tarafından çalınan harika müzik karşılığında konuklar içki getireceklerdi. Biz de çiçek pasajında deniz ürünlerini içeren ufak bir yemekten sonra şarabımızı alıp gitmiştik partiye. Ben önce bir kadeh martiniyle başlayıp, çok tatlı geldiği için cin toniğe dönmüştüm, içtiğim 2 kadeh içkinin farklı olması mı, sıcak mı, danstan mı bilmem bir anda midem bulandı ve yanı başımdaki Ümit’in üzerine sessiz bir şekilde kustum. Korkuyla etrafıma baktım ama kimse fark etmemişti, herkes çılgınca dans etmeye devam ediyordu. Biz sessiz bir şekilde partiden ayrıldık ama Ümit’in hali görülmeye değerdi, ayakkabılarının üzerinde çiçek pasajında yediğimiz karidesler duruyordu J Benim ayağımdaki olay kovboy çizmelerimse asitten dolayı bir daha gün yüzü göremeden derisi çatlayarak ayakkabı cennetine gitti.

Son hadisem ise yine bir partide ama herkesin gözleri önünde gerçekleşti. Sevgili arkadaşım Sezo’nun nişan töreninde, Reina’nın ortasında, sessiz ama istem dışı olarak ağzıma kapattığım elimin parmakları arasından fışkırta fışkırta kustum. Sanmayın içkiden, daha bir kadeh şarap içmiştim, ama malum trafik dolayısıyla 2 saat yol yapıp aç karnına şarabı içince hassas olan midem isyan etmişti işte. Nişanda bana eşlik eden şahane insan, iyi arkadaş Şahin beni eve bıraktı ama zarifliğinden söylemese de Avrupa yakasından Anadolu yakasına geçene kadar arabasında yaptığı en zor yolculuktu kesin,  çünkü bildiğiniz kusmuk kokuyordum.


Acaba klozete kusma korkumdan dolayı mı çeşitli ortamlarda performans sergilemişim diyorum, ne dersiniz?

15 Temmuz 2014 Salı

Kedi Oğlum Leo





Geçen sene eylül ayı ortalarıydı. Okullar yeni açılmıştı. Çok iyi hatırlıyorum çünkü okul çıkışı servisler sitemizin önüne sırayla gelip öğrencileri indiriyorlardı. İşte o saatlerde sitenin girişinde, güvenliğin önünde bir kalabalık oluşuyordu, servislerinden inen çocuklar yeni doğmuş kedi yavrularını kapış kapış kucaklarına alıyorlardı. Ben de bir kedi sever olarak onların büyüsüne kapılıp çocuklardan fırsat buldukça seviyordum kedi bebişleri. Her yaştan boy boy çocuklar arasında benim de oğlum vardı tabii ki. Bayılıyordu yavrulara o da. Hatta bir gün bir tanesini eve getirdi, sevdik, süt verdik.

 


Bir gün yavrulardan birini oğlum yine eve getirmişti. O kadar ürkek ve korkaktı ki, ama çok sevimliydi. Kedilerden hiç hoşlanmayan eşim bile onu sevmek istedi. Fakat bu minikler fena şekilde pireliydiler. Minnacık oldukları için pireler çok belirgin görünüyorlardı. Ben de eşimi pire tozu alsın diye veterinere gönderdim;  ama eşim gerisin geri eve döndü. Çünkü eskiden veterinerden pire tozu alarak sokak kedilerini temizleme imkanı vardı; ama şimdi öyle değilmiş. Sağlık Bakanlığı yasaklamış satışını, sadece veterinerler yapabiliyorlarmış, üstelik eskisi gibi toz değil, enseye damlatılan bir damlaymış artık pirelerle savaşan.



Hal böyle olunca, biz de bahçeye bıraktığımız yavruyu alıp veterinere götürmeye karar verdik. Fakat, aşağıya indiğimizde eve çıkardığımız kediyi bulamadık. Onun yerine mavi gözlü küçücük kardeşini bulduk. Diğerini bulmak için sabrı olmayan ve zaten kedilerden hoşlanmayan kocam ‘Onu götürelim işte!’ dedi. Biz de kardeşi yerine, sonradan bizim Leo’cuğumuz olacak olan sarışın ufaklığı  alıp götürdük. Veterinere girdiğimizde, herkes elimdeki ufaklığa hayran kalarak etrafımızı sardı. Veteriner onu muayene etti, kilosuna baktı, pire damlasını damlattı ve annesi çok iyi bakmış, çok sağlıklı dedikten sonra ufaklığın adını sordu kimlik ve aşı defteri için. Ben şaşkın ve hazırlıksızdım, ama küçük bir aslan yavrusuna  benzettiğim ufaklığın adı “leo” olsun dedim. İşte o andan itibaren bu sarışın, mavi gözlü, sarman kedicik bizim oldu. Eve dönerken, taşıma sepeti, kum kabı, kumu, maması, vs. gerekli malzemeler alınmıştı. Kedilerden hiç hoşlanmayan eşim hala o gün nasıl ikna olduğunu hiç anlayamıyor J




İşte böyle girdi aramıza, leocuk. O minicik kedimiz şimdi 1 yaşında sırım gibi bir delikanlı. Geldiği günden beri ismini bilen, tuvalet adabı olan, iyi huylu, akıllı ve asil bir kedi o. Hepimiz onu çok seviyoruz. Nice yıllara Leo’cuk J



16 Haziran 2014 Pazartesi

Kitaplar, Tsundoku ve Ben


Tsundoku diye bir şey duydunuz mu? Ben de yeni okudum, Hürriyet yazarı Melike Karakartal yazmış. Japonca bir sözcük. Sürekli kitap alıp onları okumadan biriktirmek demekmiş. Tsundoku mu bilemiyorum ama bende var bu kitap biriktirme huyu. Sürekli kitap almak istiyorum. Bir çeşit kitap açlığım var. Okunacak kitap stoğum azalacak diye ödüm kopuyor. Varsın 5-10 kitap başucumda üst üste dursun, o sayı azalmasın istiyorum. Bazen bir hız girişiyorum okumaya, bazen de yavaş gidiyor. Bazen birkaç kitabı bir arada okuyorum. Bazen bazılarını sonraya bırakıyorum, yeni aldığım kitap öne geçiyor. Böylece başucumda, sağda solda birikiyor kitaplar.



Genelde geceleri kitap okumayı severim ama, yaz mevsimi gündüzleri de okuyorum. Bilindiği üzere sıcak havaları hiç sevmem. Ya evde klima altında, ya da havuz veya deniz kıyısında arada bir suya dalıp serinleyerek kitaplarımı okuyorum.




Zaten yazın yapacak fazla bir şey yok. Televizyon desen bütün eski dizi tekrarlarıyla dolu, haberler desen, sürekli değişen ve sinirlerimizi bozan gündem bolluğu yaşıyoruz. Ülkemiz elden gidiyor gibi endişe ve kaygı dozumuz arttıkça artıyor. Nice insanımızı öldüren terörist başı kapalı tutulduğu hapishaneden demeç veriyor, bayrağımız indiriliyor. Halkının %50 sini sevmeyen ve sürekli azarlayan bir başbakanımız var.

Belediyenin çok iyi iş yaptığını söylüyorlar, tamam şehir temiz, düzenli, yol kenarları çiçek bahçesi gibi, metro da var,  peki ben Anadolu yakasında oturan bir vatandaş olarak Atatürk hava limanına havataşla gidemiyorsam nerede kaldı hizmet?! Ha taksiye bin diyenler, kaç para yazıyor haberiniz var mı? Metro, marmaray falan filan hattı var diyenler hiç bavullarla o güzergahı denediniz mi?

Sokağa çıksan bir mahşer kalabalığı, artık her gün her saat trafik sıkışık. Eskiden bir işe gidiş, bir iş çıkışı,  ne bileyim okul servislerinin saati gibi bahaneler vardı oysa şimdi hep sıkışık bu trafik. Caddeye ineyim de yürüyeyim nasılsa hafta içi kalabalık olmaz diyorsun ama kahve içmek için bile sıra bekliyorsun. Bence İstanbul’da çalışmayan nüfus çok fazla, ha bunların çoğunluğu kadınlarla çocuklar da sanmayın, bildiğin erkek sayısı da kadınlarla eşit. Karı koca bebeklerinin pusetini almış çıkmışlar salına salına yürüyorlar. Ben ciddi merak içindeyim, nereden geliyor bu değirmenin suyu oğlum?!

Bir de hala medeni değiliz, insanlar çok sinirli, kızgın ve tehlikeliler,  herkes ön yargılı, hoşgörü sıfır.

Doğal afetler, doğal olmayan insan hatası sonucu meydana gelen afetler. Korkudan etliye sütlüye bulaşmayan insanlar, adaletsizlik hissi, Merkür'ün geri gitmesi vs.. vs..


Sürekli değişen sinir bozucu gündemden ve de bir çeşit hastalık haline gelen facebook’tan, twitter’dan, instagram’dan biraz uzaklaşıp kitap okumanın tadına varmak en güzeli bence.


5 Haziran 2014 Perşembe

Tabanca Ali



Hızından almış bu lakabı Ali abi, o kadar hızlı hareket ediyor ki, bir diğer ismi meşhur çizgi film kahramanı Speedy Gonzales olabilir.

Babam kısa süreliğine göğüs hastanesinde yatarken tanıdım Tabanca Ali ve karısı Gülfer ablayı.

İki kişilik odanın 1 numaralı yatağında babam, 2 numaralı yatağında da Tabanca Ali yatıyordu. Yatıyordu demek pek doğru olmadı aslında, arada bir uzanıyordu yatağına sadece. Cıva gibi, yerinde duramayan bir adam. Kah sigara içmeye çıkıyor, kah bahçede dolaşmaya..

Balıkesir Gönen’den gelmişler. Tabanca Ali’nin sağ kolu ağrıyor sadece, bu ağrı da onu epeyce asabileştiriyor. Ağrı vurdu mu başlıyor esip gürlemeye; “Kardeşim bu ne yahu?!!, getirin bıçağı kesip atayım şu kolu!” diye.. Karısı Gülfer abla da payını alıyor bu asabiyetten tabii, “Kardeşim, sen niye geldin ki benimle, sanki ben hastayım!!” diye..

Gülfer abla ise uzun boylu, artık beyazlamaya yüz tutmuş sarı saçlı, mavi gözlü bir köy kadını, ama nice şehirlilere, okumuşlara taş çıkartır, bilgisiyle, kültürüyle ve duruşuyla. Bizim oraların insanı olarak modern, akılcı bir kafa yapısına sahipler karı koca.

İsveç’de yaşamış bir dönem, kocasının lakabına yaraşır hızda iğne oyası yapıyor. Evlendikten sonra da kocasıyla çalışmış, Gönen’in meşhur “mısırcı ablası” olmuş . Başbakan ve bir çok ünlü onun mısırlarını tatmış ve her yaz uğrarlarmış tezgahına. Kocasının asabi çıkışları karşısında takdire şayan bir sakinliği var Gülfer ablanın.

Tabanca Ali Balıkesir ve Gönen’de iyi tanınan bir kabadayı, büyüğüne küçüğüne saygılı, yanlışa, yolsuzluğa, haksızlığa karşı, çay bahçesi ve gazino işletmiş, çilingir sofrası düşkünü, Atatürk hayranı bir abimiz.

Ne yazık ki hastaydı, kendisi sonra öğrendi. Kah boyun fıtığından, kah saçma yediğinden, kah üşüttüğünden ağrıdığını düşündüğü kolunun ağrısının sebebi, akciğerindeki kötü huylu tümör çıktı. Onu da vakur karşıladı, kader dedi ama o savaşçı ruhu sevimsiz hastalık kanserle de savaşacak biliyorum.


Memleketlerine döndüler tedaviye başlamak için. İnşallah iyileşir ve çok özlediği rakı sofrasını kurar, karısı, ailesi ve dostlarıyla sağlıklı uzun bir hayatı olur Tabanca Ali abinin.

18 Mayıs 2014 Pazar

Biraz Kitap, Biraz Film

Son günlerde ülkece yaşadığımız maden faciasını, orada hayatlarını kaybeden işçilerimizi ve onların acılı ailelerini unutmayacağız ve bunun hesabını yetkililerden sormaya da devam edeceğiz.

Tabii ki hayat devam ediyor, umarım bir daha böyle facialar yaşamaz ülkemiz.

Ben de bu arada size okuduğum birkaç kitap ve izlediğim filmlerden bahsedeyim dedim J


Kitap : Zehra
Yazarı : Carsten Nagel
Pegasus Yayınevi

Bütün savaşlar kötüdür. Bütün savaşlarda insanlar acı çekerler.  Bilmiyorum neden, belki de yakın geçmişte yaşandığı için ve de insanın insana yapacağı en büyük kötülüklerin yaşandığı bir savaş olduğu için, Bosna savaşı beni çok etkiliyor. Avrupa’nın göbeğinde böylesine kötü, böylesine savunmasız, anlamsız, bir o kadar da dehşet verici bir savaş yaşanırken ne yazık ki bütün dünya izleyici olarak kaldı. 


Carsten Nagel’in yazdığı “Zehra” bu zulüm dolu savaşın yaşandığı Yugoslavya’da geçiyor. Yazar, savaşın patlak verdiği zaman 12 yaşında olan Zehra ve ailesinin korku, zulüm, açlık ve perişanlık dolu hikayesi, kaçışları, mülteci kampı ayları ve oradan Danimarka’ya sığınmacı olarak gidişlerini anlatırken, diğer yandan Zehra’nın savaşla, aşkla, yaşamla, din ve milliyetçilikle ilgili düşüncelerini de çok güzel bir dille aktarıyor.

Yazar Carsten Nagel savaş ve işkence yaşamış mülteciler için çalışan bir psikolog muş, tabii ki bu yüzden gözlemlerini çok gerçekçi aktarmış.







Kitap : İstanbul kırmızısı
Yazarı : Ferzan Özpetek
Can Yayınevi

Ben Ferzan Özpetek’in filmlerini çok severim. Sevgiyi, duyguları anlatışını çok severim. Müzikler ve manzaralar da şahane olur filmlerinde.



Bu yüzden kitabını da hemen aldım. Hikaye, Ferzan Özpetek’in hayatını anlatıyor, ama otobiyografi olarak değil. Hayali kurgu ve gerçek bir arada çok güzel anlatılmış.



Kitap : Son Oyun"
Yazarı : Ahmet Altan
Everest Yayınları

Çetin Altan benim çok sevdiğim, yazdıklarını çok beğendiğim bir gazeteci yazardır. Ne yalan söyleyeyim, oğullarından pek haz etmem ama, dürüstçe de eklemeliyim ki, Ahmet Altan’ın kitaplarını beğeniyorum.

Son Oyun adlı kitabı da, okuması çok keyifli, akıcı ve merak uyandırıcı, biraz da masalımsı bir roman. Çok güzel resmettiği, efsanesi olan bir kasaba ve bu efsaneden kaynaklanan kavga içinde ilginç karakterli kasaba halkı hikayeyi oluşturuyor.

Bir de yazarın, tanrıyla konuşmaları oldukça güzel ve yazar, tanrıyı evrenin kurgulayıcı yazarı olarak meslektaşı olarak görüyor.



Film : The Grand Budapest Hotel (Büyük Budapeşte oteli)



Wes Anderson, son birkaç yıldır durdurulamaz şekilde yükselişe geçen bir yönetmen. Öncelerde popülerlikten öte kült film skalasına girecekmiş gibi gözüken filmleri o kadar iyiydi ki bir anda herkes tarafından bilinir hale geldi. Anderson’un ününe ün katan ve artık az kişi tarafından bilinen bir yönetmen olma imkanını sonsuza dek kaybetmesine neden olacak son filmi ise Budapeşte Oteli.

1930’lerin Avrupa’sında, hayali bir ülkede geçen film büyüleyen bir Anderson masalı. Yine yönetmenin imzası niteliğinde olan pastel renkler, aşırı dekorlar ve hızlı çekimler filmi izlediğiniz süre boyunca gerçek dünyayı unutmanızı sağlıyor.



Anderson’ın filmolojisinde gördüğümüz bütün oyunculardan güzel bir geçit sunan Budapeşte Oteli’nin her bir sahnesi ayrı güzeldi; ama ben en çok hapishaneden kaçış ve karda kızakla takip sahnelerini sevdim, sanki çizgi film seyrediyormuş gibi hissettim.



Film : Star Trek (Uzay Yolu)

Çocukluk yıllarıma götürdü bu film beni. Kaptan Kirk, Mr.Scot, Scoty, Uhura, vs.. tüm karakterlerin bizim tanıdığımız asıllarına çok benzetilmiş olması çok hoşuma gitti. Atılganı, gemi personelini ve serüvenlerini çok özlemişim, keşke tekrar dizisi yapılsa da keyifle izlesek.